31 Temmuz 2004
<B>HABER, ‘Erkek Olunca Arka Çıktı’</B> başlığıyla dünkü Hürriyet’in birinci sayfasındaydı: Çocuklar Duymasın dizisinin yönetmeni, otel odasında ilişki kurduğu kadınların şantaj yaptığı oyuncusuna sahip çıkıyordu. Halbuki aynı yönetmen, özel hayatı yüzünden aynı dizinin kadın oyuncusunu işten atmıştı.
Türkiye Cumhuriyeti’nde kadın-erkek eşitliği işte buraya kadar! Kadın oyuncu áşık olunca boşanmak zorunda kalmış ve işini kaybetmişti. Karşılaştırıldığında çok daha pespaye bir ilişkiye giren erkek oyuncu ise ‘mağdur’ konumunda görülmekteydi, ayrıca sevgili karısı da onu zaten affetmişti.
Bana kalırsa kimse özel hayatı yüzünden işini kaybetmemeli. Erkek oyuncu da rolünü sürdürmeli. Ancak çifte standardı görmek için ahlak zabıtacılığına gerek yok.
Diğer taraftan da bu olayın asıl önemli yanı, bize ayna tutuyor olması. Aynaya baktığımızda dizi filmle gerçeği karıştıran bir ‘çocuk toplum’ çıkıyor karşımıza.
* * *
Birkaç yıl önce sanırım Maraş’ın Fransız işgalinden kurtuluşu için yapılan törenlerdeydi, temsili olarak Fransız üniforması giydirilen kişilere seyirciler saldırmış ve dövmeye kalkmışlardı.
Sanırım sorun, ‘yetişkin toplum’ mertebesine henüz ulaşamamış olmamızda.
Yetişkin toplum olmayınca pek çok başka şeyin yanında kadın-erkek meselesini de çözemiyoruz. Üstelik çok da hilekárız.
Hilekárız, çünkü yazar Elif Şafak’ın Derya Sazak’la röportajında ‘Başbakan’ın Fransa seyahatine başı kapalı kadınların götürülmeyip evde bırakılmalarını, dayak yemiş kadınların yüzlerindeki morlukları fondötenle kapatmalarına’ benzetmesi hemcinslerimiz için her alanda geçerli.
* * *
Dönüp dolaşıp konuyu getireceğim yer Avrupa Birliği. AB lobisi yaparken Batılı Türk kadını imajını kullanmanın tehlikeli olduğunu söylüyorum bir süredir. Bu devirde kimsenin tenceresi kapağı kapalı kaynamıyor. Herkes her şeyin farkında. Ve mesele sadece başı kapalılar değil. Türk toplumu bırakalım başı kapalıları, başı açıklarla da sorununu çözmüş değil. Zaten büyük ihtimalle de başı açıklarla olan sorununu çözmüş olsaydı ortalıkta başı kapalı da kalmayacaktı.
Töre cinayetlerimizi, yüzde 30’lardaki okur yazar olmayan kadın oranımızı, koca dayaklarını, Meclisimizdeki kadın milletvekili oranının yüzde 4.4’le Arap ve Afrika ülkelerinden bile geri olduğu gerçeğini, dizi filmde özel hayatı yüzünden işini kaybeden kadın oyuncuyu çift kat fondötenle kapatıp Avrupa’da insan içine çıkmaya çalışmak.
Dürüst bir tavır değil bu. Bunun yerine şöyle demeliyiz: Evet, gerçekten de bizim yüzümüzde ve gözümüzde morluklar var. Biz bu çürüklerden Avrupa Birliği ile aynı yolda yürümeye başladığımızda kurtulabileceğimizi umuyoruz. Onun için de Türk kadınları olarak AB projesini destekliyoruz. Desteklemeliyiz...
Yazının Devamını Oku 24 Temmuz 2004
<B>ÜÇ </B>ay kadar önce ilk işaret Brüksel’den gelmişti. Avrupa Birliği’nin yürütme organı durumundaki komisyon, pek kimselere duyurmadan Türkiye ile <B>‘müzakere heyeti’</B> oluşturma çabası içine girmişti. AB Komisyonu boşa kürek çekmez. Üyelik ihtimalini ciddiye almadığı hiçbir ülke için vakit harcamaz.
Hal böyle iken herkesin kafasında aynı soru var: ‘Avrupa Birliği Aralık 2004’te Türkiye ile müzakereleri başlatma kararı verecek mi, vermeyecek mi?’
Bu soruya cevabım, ‘Evet, AB Türkiye ile üyelik müzakerelerini başlatma yönünde karar verecek’ şeklinde. Hayır denmesi çok küçük bir ihtimal. Öyle ki ‘Evet, fakat’ bile beklenmiyor. Tüm işaretler ‘fakatsız evet’i gösteriyor.
* * *
Bugünkü dengeler altı ay içinde içte ve dışta bozulmaz ise AB ile üyelik müzakerelerine başlayacağız. Ancak bunun hemen aralık ayında olması mümkün değil. Müzakerelerin resmen Temmuz 2005’te, fiilen de Eylül 2005’te başlamasını öngörmeliyiz.
Altı aylık gecikme, AB’nin kendi içindeki uygulamalarla ilgili. Örneğin Türkiye, diğer aday ülkelerin üyelik öncesi geçtiği ‘tarama’ denilen süreci yaşamadı. Tüm sektörlerde yasaların AB ile uyumunun satır satır taranması anlamına gelen bu sürecin hızla tamamlanması gerekecek.
* * *
Türkiye’nin müzakere heyetine kim başkanlık edecek? Heyette kimler olacak? İspanya örneğini alırsak, çok uzun süren müzakere sürecine o zaman genç bir siyasetçi olan Manuel Marin başkanlık etmişti. Marin daha sonra AB Komisyonu’nda 12 yıl üye olarak önemli görevler üstlendi.
Bizde müzakere heyeti başkanlığı için Kemal Derviş’in adı geçiyor. Artık olamayacağı anlaşılan solun liderliğinden daha uygun bir post Derviş için. Derviş kendini iç politikada daha fazla yıpratmazsa ileride Avrupa Komisyonu’nda da çok üst düzey görevlere gelebilir, başkanlık için adı geçebilir.
Müzakereleri hükümet yürütür, ama heyetin bir tür milli takım görüntüsü vermesi gerekir. Bu ekipte bayrağı taşıyacak kişinin siyasi kimlik taşıyıp ekonomi bilmesi ve uluslararası saygınlığının olması, müzakereci ülke açısından avantajdır.
Başarılı bir müzakere ekibinde iş başkanla bitmez. Futbol takımı gibi düşünürsek, antrenörden masöre kadar ekibin tüm üyeleri önem taşır. Dışişleri’nin müzakere ekibine vereceği desteğin sağlam olması şarttır. Ama bununla da iş bitmez. Müzakereler çok geniş bir alanı kapsadığında AB Genel Sekreterliği’nin yetkilerinin artırılması gerekecektir.
Özel sektör de işin içinde olacaktır. Bunun için müzakere heyeti ile özel sektör arısında bir tür daimi istişare mekanizmasının kurulması gerekecektir.
Aralık 2004’te Türkiye’ye ‘evet’ diyecekler.
Biz bu evete hazır mıyız?
Yazının Devamını Oku 17 Temmuz 2004
<B>ELISABETH Badinter </B>Fransa’nın yetiştirdiği yaşayan en önemli filozof ve yazarlardan. Dünyanın dördüncü büyük medya şirketi Publicis’in sahibinin kızı ve çoğunluk hissedarı olmanın ötesinde çağımızın düşünce akımlarını etkileyen bir felsefeci. Elisabeth Badinter ve Kemal Derviş’in iki ortak noktası var. Her ikisi de sosyal demokrat ve her ikisi de ülkelerindeki laiklik tartışmasının göbeğindeler.
Bu iki ortak noktanın dışında ‘türban’ ve bu konuyla bağlantılı olarak Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği konusunda Derviş ve Elisabeth Badinter birbirleriyle aynı görüşleri paylaşmıyorlar.
* * *
Elisabeth Badinter’in 17 Mayıs 2004 tarihli L’Express Dergisi’nde yayınlanan makalesinde Badinter, ‘Şayet kadın-erkek eşitliği bir demokrasinin durumu hakkında en sivri kriterlerden biriyse, Türkiye’nin geniş bir bölümü bunun çok uzağındadır’ demekteydi. Badinter Türkiye’nin modernleşmiş Batı bölgelerinden ibaret olmadığını, kadınların yüzde 30’unun okuma yazma bilmediğini hatırlatıyordu.
Badinter bu noktada Türkçe’ye ‘gerilik’ diye çevirebileceğimiz‘arcahaism’ sözcüğünü kullanarak Türk kadınının karşılaştığı bazı uygulamalara dikkat çekiyor, Türkiye’nin AB üyeliğinin kadını gerilikten kurtaracağı tezine ise katılmıyordu. Badinter’in kabul etmediği bir görüş de, Türkiye AB’ye alınmaz ise komşuları gibi radikal dinci olacağıydı.
Badinter özetle şu vurucu görüşü dile getiriyordu:
‘Türkiye’nin dinci radikalizmin kucağına itileceği tezi yakın zamana kadar geçerli olabilirdi. Bugün ise Avrupa ülkelerinin kendi topraklarında bu tür geriliklere son vermekte güçsüz kaldıkları görülüyor. Avrupa halklarıyla temas kurmak bu gerilikleri ortadan kaldırmıyor, aksine söz konusu gerilikler din adına haklı çıkarıldığı sanılarak daha büyük bir güçle savunuluyor. Batılı değerlere sırtını dönen kendi banliyölerimizde kadın erkek eşitliğini kabul ettiremiyorsak, Anadolu kadınlarını özgürleştirebileceğimizi nasıl düşünebiliriz?’
* * *
Badinter yazısını şöyle bitiriyordu:
‘Bu nedenle Türkiye ile müzakereyi başlatmadan önce bu ülkedeki kadınların özgürleşmesini talep etmeliyiz. Eğer bunu yapmazsak Türkiye’de bizim demokrasimiz kabul edileceği yerde Türkiye’nin geri yönleri Avrupa’ya yayılacaktır.’
Badinter açıkça ‘türban’ kelimesini kullanmamış ama kullandığı ‘archaic/geri’ tabiri ile bunu da kastediyor.
Ve Derviş’e bir soru: Bayan Erdoğan’ın başını ağabeyinin zoruyla örttüğünde günlerce ağladığını bilmiyor mu? Bunu açıkgönüllülükle anlattığı ardından da rasyonalize ettiği bir kitap var Başbakan’ın eşinin. Meclis’teki AKP’li milletvekili eşlerinin kaçta kaçının başını kocasının zoruyla örttüğünü hiç merak etti mi Derviş?
Yazının Devamını Oku 10 Temmuz 2004
GİRONA İspanya’nın zengin Katalonya bölgesinde, Barcelona’ya 1 saat mesafede tarihi bir şehir Girona. Şehri mimar dostumuz Arcadi Pla’yla birlikte geziyoruz.Arcadi’nin restorasyonunu yaptığı bir un fabrikasının önünde duruyoruz. Art deco tarzındaki un fabrikasını da 1900’lerin başında bir başka ünlü bir mimar olan Meso yapmış. Unlu mamulleri hatırlatan beyaz seramik süslemeleriyle bir pastayı andıran kent merkezindeki bu ‘Farinera’ yapılan eklemelerle büyümüş ve bugün yerel bir gazeteyi barındırıyor. Gazetenin adı, nokta anlamına gelen El Punt. 170 gazetecinin çalıştığı El Punt’un birinci özelliği yerel bir dilde, Katalanca yayınlanıyor olması. İkinci özelliği, İspanya gibi gazete tirajlarının düştüğü ve El Pais gibi saygın gazetelerin bile promosyona başvurduğu bir ülkenin 60 bin nüfuslu bir şehirde yapılıp basıldığı halde 30 bine yakın okura ulaşabilmesi. Üçüncü özelliği Katalonya bölgesinin tümüne hitap edebilmek için bölgenin 13 aynı kentine özgü sayfalar üreten 13 ayrı yazı işlerine sahip olması, yani yerel içinde de daha yerel olanı izlemesi. Gazetenin sayfalarının yüzde 40’ı ortak yapılıyor, yüzde 60’ı ise 13 şehre özgü haberleri içeriyor. Dördüncü özelliği haberlere hiç karışmayan gıda sektöründen bir patron tarafından finanse edilmesi. Beşinci özelliği içinden ayrıca bir spor gazetesinin çıkması. Tabloid boyuttaki El Punto’nun genel yayın müdürü Emili Gispert i Negrelli’den öğrendiğime göre Katolonya’daki toplam yerel gazete satışları son beş yılda yüzde 30 azalarak 270 bin adede gerilemiş. Katolanya’nın toplam nüfusu İspanya içinde 6 milyon. 6 milyon kişiye 270 bin yerel gazete düşmesi yine de önemli bir sayı. Orana vurduğunuzda Türkiye’deki ulusal gazete satışlarının çok da altında bir rakam değil.* * *Katalonya’ya ve Katalan diline bağlılığı güçlü olan Arcadi her gün iki yerel, bir de ulusal gazete okuduğunu söyledi. Konu dönüp dolaştı, Katolanya’nın İspanya’dan ayrılıp ayrılmayacağı meselesine geldi. Arcadi’ye göre İspanya’da yaşayanlar çok karışmış, mozaik değil, ‘ebru’ olmuş. Safkan Katalan çok azalınca da bölgeyi İspanya’dan koparmanın anlamı kalmamış. El Punto’nun genel yayın yönetmeni Katolanya’nın geleceğinin Avrupa’nın alacağı şekille bağlantılı olduğuna işaret ediyor. Avrupa büyük devletlerin hakimiyetinde mi gidecek, yoksa küçük devletlerin Avrupası mı olacak? Ayrışmalar için bu sorunun yanıtı çok önemli. Katalanları en çok kızdıran şey kendi topladıkları vergiler üzerinde hakimiyetlerinin olmayışı. En zengin onlar ve Madrid’i finanse etmekten nefret ediyorlar. Biz de zaten sohbetimizi şöyle noktalıyoruz: Günümüz Avrupası’nda ‘bağımsızlık’ bir sınır meselesi olamaz. Bağımsızlık, kasanın anahtarını elinde tutmaktır!
button
Yazının Devamını Oku 3 Temmuz 2004
<B>LAURA Bush </B>hiç Türk edebiyatı okumamış, hatta bir ara kafası karışmış, <B>‘Binbir Gece Masalları acaba Türk müydü?’ </B>diye sormuş. Başkan Bush ise nihayet son dakikada ve muhtemelen de eşinin Türkiye hakkında hiçbir şey bilmediği ortaya çıktıktan sonra ayıp olmasın diye Orhan Pamuk’u hatırlamış.
Amaç fark yaratmaksa, ben olsam Moby Dick’in yazarı Herman Melville’in Amerika gibi oryantalizmin hiç moda olmadığı bir ülkeden çıkıp seyahatnamesinde İstanbul hakkında yazdıklarını (1851) verirdim Bush’un eline. Gerçi belki Blair biraz alınırdı, zira Herman Melville, Galata Köprüsü’nü Londra köprülerinden çok daha etkileyici bulduğunu yazmıştır.
Yine Amerikalı romancı John Dos Passos’un gazeteci olarak geldiği ‘İşgal İstanbul’u’nda Pera hakkında yazdıklarını okumalıydı Bush, NATO buraya gelmeden önce.
* * *
Bana kalırsa Bush çiftinin danışmanlarında hata var. Amerikalı bir çiftin Türk kitabı okumamasında hayret edilecek bir taraf yok. Amerika bir yüzeysellikler ülkesi, ‘ılımlı İslam’ diye tutturmaları bu yüzden. Türkiye’nin farkının Kemalist aydınlanmayı geçirmiş bir Müslüman ülke olduğunu kavramaları bu yüzden zaman aldı.
Fransızlar ise Amerikalılardan farklı bir kültür. ‘Türkiye’yi AB’ye mutlaka alın’ diyen Başkan Bush’a Fransa Cumhurbaşkanı’nın sinirlenmesi bu yüzden. Fransızlar AB içinde bağımsız duruşu simgeler, Amerikalıların işlerine karışmasını sevmezler. Fransa’da geçen yüzyılın büyük lideri De Gaulle, Amerika’nın Truva atı diye gördüğü İngiltere’nin AB üyeliğini iki kez veto ettiyse bu yüzden.
Madem ki Laura Bush’tan yola çıktık, biz iyisi mi edebiyat alanında kalalım. Mercure de France, Fransa’nın iyi yayınevlerinden biri. Küçük Mercure kitapları dizisinde orijinal bir fikir geliştirmişler. Kent rehberleri dizisinde her şehri orayı yazan edebiyatçılardan yaptıkları alıntılarla anlatmışlar. Aynısını İstanbul için de yapmışlar ve ortaya ‘İstanbul Tadı’ adındaki kitapçık çıkmış.
* * *
Editörler kitaba Türkiye’den hangi edebiyatçıları alıntılamış, şimdi de ona bakalım: Latifi’nin Saray Bahçesi anlatımı (1520), Sait Faik’in adalar üzerine yazdıkları, Almanyalı Türk Emine Sevgi Özdamar’ın ‘Dönüş’ öyküsü ile ‘Avrupa ve Asya’sı, Orhan Veli’nin ‘İstanbul’u Dinliyorum’u, Tanpınar’ın ‘Beş Şehir’inden bir bölüm, Nazım Hikmet’in ‘Ben ki İstanbulum’u, Enis Batur’dan ‘Kozmopolitizmin Güzel Yılları’ alıntısı, Yaşar Kemal’in ‘Ve Deniz Kızdı’sından bir bölüm, Orhan Pamuk’tan ‘Boğaz’ın Suları Çekildiğinde’ alıntısı, Küçük İskender’den İstanbul gecelerinden biri şiir, Abdülhak Şinasi’den ‘Yalılar’, Nedim Gürsel’den ‘Kayıkhane’deki Yunus’, Vivet Kanetti’nin Turuncu Kayık’ında anlattığı Bebek, Artun ve Beyhan Ünsal’ın yemek kitabından bir İstanbul alıntısı.
‘İşgal’ bitti. Yaşasın İstanbul Tadı.
Yazının Devamını Oku 26 Haziran 2004
<B>TURİST </B>Rehberleri Birliği’nin yaptırdığı bir Türkiye imajı araştırmasına rastlamıştım. <B>‘Türkiye imajı denildiğinde aklınıza ne geliyor?’ </B>sorusuna turistlerin verdiği yanıtlar yüzde 90’ları bulan oranda şöyleydi: Polis, zırhlı araç, tank, patlayan bomba... Biz güneş, kum ve denize razı iken NATO zirvesi üzerimize yapışan bu imajı yeniden pekiştiriyor. Bu kötü imajın turizme verdiği zararı düşünün. Dolaylı olarak tekstil de şikáyetçi. İstanbul’da alışverişin durması sadece Kapalıçarşı için değil Osmanbey ve Nişantaşı için de kayıp.
NATO zirvesi gelip geçecek, ama tekstil ve turizmin beraberliği Türkiye için stratejik bir konu olarak gündemde kalmalı. Turistlere giyim eşyası satışından büyük gelir elde edilebileceğinin epeydir farkındayız. Hazır giyim almak için de Türkiye’ye turist gelebileceğinin de...
Önümüzde Fransa örneği var. Fransa turistlere 25 milyar dolara yakın yıllık kılık kıyafet satışı yapıyor. Bu bizim turizm gelirlerinin neredeyse iki katı.
Hal böyle iken bu iki sektör neden işbirliği yapmaz?
Michael Porter adlı pazarlama gurusu bunu zamanında önermişti. Türkiye’nin rekabet üstünlüğü için yapılan araştırmada bu iki lokomotif sektörün işbirliği için proje geliştirilmişti. Konu gündeme gelmesine geldi, ama eyleme geçilemedi.
* * *
Tekstil ve turizm sektörlerinin ortak strateji ihtiyacını görmek için guru olmaya gerek yok. Sektörün en dışa açık olduğu Osmanbey’deki tekstilcileri temsil eden OTİAD’ın başkanı Cengiz Say da bu görüşte. Türkiye Otelciler Birliği TÜROB’un yeni başkanı Ahmet Barut aynı ihtiyaç üzerinde duruyor. Her ikisi de küresel rekabet ortamında güçlü sektörlerin birleşmesi gerektiğini düşünüyor.
Ancak bugüne kadar iki sektör birlikte ne yaptı diye baktığımda turizm fuarlarına İstanbul Tekstil ve Konfeksiyon İhracatçıları Birliği İTKİB’in de katılması önerisinden başka bir şeye rastlayamadım.
Osmanbey’in tek başına geliştirdiği model ise örnek olmalı: 4 bin tekstil firmasının faaliyet gösterdiği bu bölgede tüm sokaklar yenilendi, binalar ve vitrinler şıklaştı. Rumeli Caddesi’ndeki iki noktadan her saat başı turistik otellere doğru içinde yabancı dil bilen hosteslerin bulunduğu minibüsler kalkıyor.
* * *
Türkiye’ye gelen turistlerin ilk talebi halıydı, takı ve deri alışverişi bunu izledi. Bugün Türk malı giyim eşyasını dünyanın her tarafından gelen turiste satabilecek durumdayız.
St. Exupery’nin ünlü Küçük Prens kitabında fesli bir Türk ancak Batılı kıyafet giydiğinde ciddiye alınmaya başlar. İmaj çağının gereği olarak Türkiye de uçan halıdan terfi etmeli. Avrupalı turistlerin ülkelerine Türk malı giysilerle dönmeleri Türkiye açısından en büyük imaj devrimi olur.
Yazının Devamını Oku 19 Haziran 2004
<B>AMERİKAN </B>basınının dış politika gurusu <B>Friedman,</B> NY Times’ta çıkan son makalesinde Arap yönetici sınıfına hizmetçilik yapan kadınların çocuklarından söz etti. Filipinler’deki, Hindistan’daki, Sri Lanka’daki çocukların durumu, Arap çocuklarınkinden çok daha parlak görünüyor. Arap çocukları teknolojiyi bomba yapmakta kullanırken, hizmetçilerinin çocukları teknolojinin kendisini üretmeye başlamışlar.
Arap dünyasının demokratikleşmek için ihtiyacı olan şey nedir? Amerika’nın Arap dünyasında reform promosyonu yapmaktan vazgeçmesi gerekiyor. ‘Arap dünyasına demokrasi nasıl gelecek?’ sorusuna aklı başında herkes gibi Friedman da ‘İçeriden’ yanıtını veriyor. Arap yönetici sınıfına, hizmetçilerinin çocuklarının neleri başardığını göstermek onları harekete geçirebilir.
Diğer taraftan da ‘içeriden’ reformu başarabilecek kapağı açılmamış büyük bir beyin gücü gizli Arap dünyasının içinde, özellikle de Arap kadınları arasında.
* * *
Müslüman ülkeler neden geri kaldı? Neden demokratikleşmeyi başaramadılar? Bu sorulara yanıt ararken kadının konumu üzerinde de durulmalı. Beyninin yarısını kullanmayan toplumlardan söz ediyoruz sonuçta. Kadınların yüzde 30’unun okur yazar olmadığı, kız çocuklarını okula göndermekte zorlanan Türkiye son dönemde bu eksikliği kavradı. Sivil toplum kuruluşları, kız çocuklarının okullaşmasına yönelik ciddi projeler başlattılar.
Örneğin, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği üç projeyi birden yürütüyor. ‘Çağdaş Yatılı Kız Öğrenciler Projesi’ni Schneider Elektrik destekliyor. 5 bin kızı okutmayı hedefleyen ‘Çağdaş Türkiye’nin Çağdaş Kızları Projesi’nin sponsoru Turkcell. ‘Anadolu’da bir Kızım Var Öğretmen Olacak Projesi’ ise bireysel bağışçılar tarafından ayakta tutuluyor. Garanti Bankası, Benetton, Mavi Jeans gibi firmalar, İstanbul’da okuyan öğrencilere burs veriyorlar.
Bernard Lewis, ‘Ortadoğu’ adlı kitabında bölgenin kaderini belirleyecek üç faktörden biri olarak ‘kadınlar’ı göstermişti. Zengin Araplar açısından hizmetçilerinin çocuklarının ilerleyişi kadar Türkiye’nin kadın modeli ve kızların okumasına yönelik projeler de pek çok yönden örnek olabilir.
* * *
Ortadoğu’nun Amerika olmadan içeriden reformla demokratikleşmesinde ‘kadın meselesi’ önemli yer tutuyor. Türkiye bu alanda model olacak ise bu rolü Vehhabi geleneğinin parçası olan türbanla yapamaz. Kafasının içi aydınlanan kadınların çoğunluğunun -eğer ciddi bir baba, ağabey ya da kocadan kaynaklanan erkek baskısı ile karşı karşıya değilse- türbanı attığını biliyoruz.
Ortadoğu’da demokratikleşmenin en önemli ayağı kadınlardır.
Yazının Devamını Oku 12 Haziran 2004
<B>ÖZAL’</B>ın falcısı diye de bilinen <B>‘Megatrends 2000’ </B>kitabının yazarı fütürist <B>John Naisbitt’</B>in İstanbul Konferansı’nı dinlerken <B>‘sosyal sorumluluk’</B> hakkında söyledikleri dikkatimi çekti. Eski kafalı işadamlarının sosyal sorumluluk olgusuna iaşe dağıtmak gibi baktıklarını anlattı Naisbitt. Bu yaklaşımı bize uygularsak, sosyal sorumluluktan hálá çuvalla erzak dağıtmayı anlayanlar yok mu?
Naisbitt’e göre, kafası az daha ileri iş dünyası bile sosyal sorumluluk projelerini yeni bir ‘masraf kapısı’ olarak görüp bu gibi projeleri hazırlayan yaratıcı beyinlere de dilenci muamelesi yapmaya devam ediyor.
Neyse ki vizyon sahibi yeni tür işadamı ve modern şirketlerin, sosyal sorumluluk projelerine bakışı değişti. Bu projeler artık şirketler için ‘katma değer’ oluşturmakta. Naisbitt’in dediği gibi, şirketin topluma katkısı ona mutlaka bir şekilde katma değer olarak geri dönüyor.
* * *
Naisbitt’i izledikten bir gün sonra Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin muhteşem rıhtımında Rektör İsmet Vildan Alptekin’le sohbet ettik. Burası daha önce annemle babamın mezun oldukları Edebiyat Fakültesi, en eskisinde ise ilk Meclis-i Mebusan binası. Rıhtımın en sonunda heykel bölümü öğrencileri açık havada taş yontuyorlardı. Dünyanın başka hiçbir yerinde bu kadar etkileyici bir heykel bölümü olamaz.
Mimar Sinan Üniversitesi’ne bağlı kurum ve kuruluşlar arasında İstanbul Resim ve Heykel Müzesi de var. Dünya kenti sıfatını yakıştırdığımız İstanbul’un binlerce değerli eseri barındıran bu müze binası geçen yıl bakımsızlıktan kapatıldı. Çünkü binanın onarımı için gereken para bulunamıyordu. Ayrıca Rektör Alptekin’den aldığım bilgiye göre, müzedeki eserlerin envanteri yoktu. Yani içeride ne var belli değildi.
* * *
Resim ve Heykel Müzesi’nin İstanbul’a yakışır bir mekán haline getirilmesi için gereken para 20 trilyon lira. Bu miktarda bir bütçe oluşturmak için öncelikle vizyon sahibi birilerinin bir araya gelip birlikte çok yönlü bir proje oluşturmaları gerekir. Bu proje ancak üç ayak üzerinde sağlam durabilir: Devlet, üniversite ve özel sektör... Devleti belediye ve ilgili bakanlık temsil eder, üniversite de zaten işbirliğine açık, geriye kalıyor özel sektör.
Akıllı bir proje sunulduğu takdirde özel sektör de Resim ve Heykel Müzesi için elini taşın altına sokar. Ama bu güveni uyandıracak sponsor dosyasını hangi girişimci ruh hazırlayacak? Bütün mesele bu. Yoksa Rektör Alptekin’in gönül rahatlığıyla belirttiği gibi, 20 trilyon toplanabilirse müzede yatan 500 trilyonluk değer dönüşüme girecek ve belki de yatırılan parayı bir yılda geri kazandıracak...
Biz sahiden uyuyoruz!
Yazının Devamını Oku