14 Şubat 2004
<B>EFLATUN,</B> <B>‘‘Bir ruhun kendini tanıyabilmesi için başka bir ruha ihtiyacı vardır’’ </B>demişti. Ömür boyu aşk peşinde koşanlar belki de bu <B>‘‘ruh buluşması’’</B>nın peşine düşenler. Öte yandan da aşk yalnızca iki insan arasında yaşanan bir yakınlık mı? Benim bu soruya yanıtım ‘‘hayır’’. Hayatın her dakikası aşkı barındırabilir. Bir ressamın resimlerine, inanılmaz lezzette bir yemeğe karşı beslenen duygular da aşk olabilir. Çocukluğunuzu aşkla hatırlarsınız. Sevdiklerinizi kaybetme korkusu da aşktır.
Bazen bir kenttir aşk olan, bazen deniz aşktır, bazen karlı dağlar, bazen de yazı.
Devrimcilik duygusu ise kesin olarak aşkı barındırır.
Durkheim, Fransız devrimini tarif ederken şöyle demiş:
‘‘Kişi kendini unutup ortak hedeflere adar.’’
Aynısı dini kolektif hareketler için de geçerli değil mi?
Aşkın Kitabı'nı yazan Alberoni, Max Weber'den alıntı yapmış: ‘‘Liderin karizmasına bağlı olarak yaratıcılık ve inanç artar.’’ İşte bu durum da aşkla örtüşmekte. Áşık olan kişinin, başına gelen tüm hoşlukların kaynağı olarak karşısındaki kişiyi görmesi gibi bir şey bu da.
* * *
Aşkın binlerce tanımı var, ama en gerçekçilerinden biri Áşık Veysel'e ait: ‘‘Sever kavuşamazsın, aşk olur!’’
Aşkın ve arzunun psikologlarına sorarsanız, sevdiğimiz kişiyi elde ettiğimiz zaman mutluluğumuza koyduğumuz önkoşulu da ortadan kaldırmış oluyoruz. Bir süre sonra da başka mutlulukların peşinde koşmaya başlıyoruz.
Olgunlaşmak, belki de bunun böyle olduğunun farkına varmak. Ve arzumuzun nesnelerini değiştirmek.
Arzunun nesnesi bazen bir hükümet olabilir, bazen bir futbol takımı, hatta bazen de bir patetes! Sovyetler Birliği'nin başkanlarından Kruşçev'in anlattığı Rus ruhuna ilişkin bir hikáye vardır. Rus asilleri ucuz bir gıda olan patatesin köylüleri besleyebileceğini düşünmüşler. Gelgelelim Rusları patatese alıştırmak mümkün olmamış. Bunun üzerine patates tarlalarının etrafına yüksek çitler çekilmiş, içeri giriş yasaklanmış. İşte o zaman köylüler patates çalmaya başlamış. Patatesin arzu nesnesine dönüşüp Rus damak tadına yerleşmesi böyle olmuş.
Yasak olan her zaman lezzetlidir. Tayyip Erdoğan da tadını böyle artırmıştır.
Hayallerinizi süsleyen otomobili, evi, erkeği veya hükümeti elde etmeniz ne kadar zor ve uzun olduysa, arzunuz da o kadar büyüktür.
* * *
Áşık olma durumu ile tarihin büyük olayları aynı kategoriye girebilir. Alberoni'ye göre ikincisini yani tarihin büyük olaylarını çok sayıda insan yaratıyor, birincisinin farkı ise iki insan arasında geçmesi.
Tarihteki büyük dönüşümlerle aşk arasında benzerlik varsa, bugün aşkın tam sırasıdır.
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2004
<B>DÜNYA </B>Ekonomik Forumu toplantılarına edebiyatçılar da çağrılıyor. Bizden kimseyi henüz davet etmediler Davos'a. Dünya çapında kabul gören bir Coelho'muz, bir Umberto Eco'muz yok henüz. Clinton, Davos'ta yaptığı konuşmada günümüz dünyasında en önemli şeyin fark yaratmak olduğunu söyledi. Demek ki edebiyatçılarımız henüz yeterince fark yaratamadılar.
Edebiyat dünyamız izleyebildiğimiz kadarıyla çekememezliklerle dolu. Kelimelerin arasından birisi sivrildi mi gözünü oymak için binlerce kişi yatıyor pusuya.
Yine de risk alıp daha ilk kitabıyla fark yaratan genç bir yazardan söz etmek istiyorum. Yeni Yüzyıl'da gazeteciliğine nokta koyan Deniz Spatar, avangard bir öykü kitabı yazdı. Sekiz öyküden oluşan ‘‘Kopya Kadınlar’’ bir ayda ikinci baskısını yaptı.
Kitapta kadın-erkek ilişkilerini toplumsal arka planlarıyla ele alan öyküler var. Kitaba adını veren ‘‘Kopya Kadınlar’’ uzun bir aşk öyküsü. Bir yandan da Moustapha ve Aisa'nın kendilerini ve dolayısıyla geçmişlerini inkárlarının öyküsü. O inkár edilen geçmiş yalnızca 80 öncesindeki siyasal kimliklerden ibaret değil. Aynı zamanda anneannelerimizin ve babaannelerimizin geçmişlerinin inkárını da kapsıyor.
Bir başka deyişle bir tür hafıza kaybı... Deniz Spatar, Türkiye'nin en önemli sorunlarından birinin kültürel kimliğini inkár eden tarihsel serüvenimiz olduğunu düşünüyor.
Bu arada Spatar soyadı bazılarımıza yabancı gelmeyebilir. Deniz, Türk solunun en saygın isimlerinden Halim Spatar'ın kızı. Spatar'lar Girit kökenli bir aile.
* * *
Kopya Kadınlar'da kadınlarla erkeklerin ve kadınlarla kadınların toplumun içinde birbirlerinin karşısında nasıl durduklarına ilişkin ayrıntılar da var.
Bir erkek söz konusu olduğunda, kadınlar erkeği elde etme sürecini iktidar kazanma mücadelesi gibi yaşayabiliyor. Erkekler fethedilmesi gereken birer kale. Kadınlar rakip gördükleri hemcinsleriyle iktidar savaşına girmiş gibi acımasızca rekabet ediyorlar.
Bu rekabet kadınların aynı silahlarla savaşmasına ve giderek birbirlerine benzemeye başlamalarına neden oluyor. Kadınlar, erkekleri fethetmeye çalışırken giderek birbirlerinin kopyaları haline geliyor, kendileri olmaktan çıkıyorlar.
Elbette erkekler de ‘‘öğretilmiş erkeklik’’ tuzaklarına yakalanıyor. Ancak erkek egemen bir toplumda yaşadığımız için onlar daha şanslı.
* * *
Kopya Kadınlar'ın bir hoşuma giden tarafı da, Deniz Spatar'ın kendi toplumunu anlamaya uğraşmadan dünyadaki moda fikirleri alıp uyarlama yapan sahte ‘‘düşünür’’lerle de dalga geçmesi. Buna fazlasıyla ihtiyacımız vardı. Teşekkürler Deniz.
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2004
<B>AMERİKAN </B>uzay aracı Mars'ı keşfededursun, aklıma Mirrih duası geldi. Vaktiyle Murat Bardakçı'dan öğrendiğime göre müzisyenlerin yıldızı Merih'tir. Eskiden bu gezegene Mirrih denirmiş.
Mirrih duası ise şöyle başlar: ‘‘Ey kendine mensub olanları şereflere garkeden kutlu yıldız.’’
Abidin'in A'sını şapkasız telaffuz eden popstarcıların bu dizelerden haberleri var mı bilmem, ama onlar için bu dua Mirrih değil, Mars duası olabilir ancak.
Farkında mısınız? Günler boyu Mars'ı konuştuk, Merih'in adını anan çıkmadı.
Merih adında bir kuzenim var. Şimdiki zamanda doğmuş olsaydı adı Mars mı olacaktı?
* * *
Geçen yüzyılın en önemli Türk entelektüellerinden Cemil Meriç, aydınlarımızın durumunu irdelediği Mağaradakiler adlı kitabında şöyle demiştir: ‘‘Bu ülkenin aydınları, yıllarca tek bir hürriyet tanıdılar: Dillerini tahrip hürriyeti.’’
Hafızası olan hatırlar: Bilgi Üniversitesi'nde öğrencilerimle paylaştığım Orson Welles'in o ünlü radyo şakasını normal koşullarda işi gazetecilik olan herkesin bilmesi gerekir: Orson Welles, Merihlilerin dünyayı işgale başladıklarını söyleyip Amerika'da panik çıkartmadı mı?
Kelimelerin anı yükünü boşaltıp geleceğe doğru yürürken hiç aklımıza geliyor mu ki dil bir toplumun hafızasıdır?
Diyeceksiniz ki, ‘‘Ne var canım bunda, Merih de sonuçta Arapça bir kelime değil mi?’’
İyi de, Merih'i atıp yerine Mars'ı koyunca daha mı Batılı oluyoruz? Yoksa Merih'e Mars demeyi küreselleşmenin gereği mi sayıyoruz?
Eğer öyleyse bravo bize.
Bir tarafta ‘‘özbozkırca’’ konuşanlar, diğer tarafta Arapça kelimelerde ısrar edenler... Bu iki akımın kapışmasından dolayı kültürümüz çok büyük kısıtlamaya uğradı.
Toplumların asıl altyapısını kültür oluşturur. Zihinsel davranış biçimimizi, neyi nasıl algıladığımızı kültürümüz belirler. Kültürün ana taşıyıcılarından biri de dildir.
Dilimiz tahribata uğradığında otomatik olarak düşünme yeteneğimiz de tahrip olur.
Bu vefasızlığın sonuçları ise sanattan ekonomiye, diplomasiden teknolojiye her alanda hissedilir.
İnsan zekásı yeni keşifler yaptıkça dillerin de yeni kavramlarla zenginleşmesi çok doğal bir gelişme. Ancak biz yeni kavramlar bulmaya değil, var olanı değiştirmek yoluyla toplumsal hafızamızı tahrip yolunu seçiyoruz.
Biz, yani Cemil Meriç'in ‘‘izansız intelijensiyası’’.
* * *
Mars'ı en eskiden beri bilenler tavlacılardır.
Tavlada tek pul toplayamadan karşısındakine yenik düşen ‘‘mars olur’’.
Merih'e Mars demek, kültürel anlamda mars olmanın bir çeşidi değilse nedir?
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2004
<B>RADİKAL'</B>de yazan <B>Nuray Mert'</B>i NTV Basın Odası'nda izledim. Amacım polemik değil. Gazeteci polemiklerini doğru bulmuyorum. Gerçi Nuray Mert gazeteci değil, akademisyen. Dışarıdan yazı yazdırmak içerde adam yetiştirmekten daha ucuza geldiği için basınımızda pek çok saygın akademisyen kalem var.
Bu durum gazeteci kalemlerin birer birer ayıklanmasında da kuşkusuz pay sahibi. Ama esas mesele bu değil. Nuray Mert'in söyledikleri akademik kişiliği nedeniyle toplumumuzda fazlasıyla önem taşıyor. Ben de kendisini önemsediğim için bu yazıyı yazıyorum.
Nuray Mert Basın Odası programında kendisine atfedilen gazeteci kimliğiyle konuştu ve Clinton'ın Cidde Ekonomik Forumu'nda yaptığı konuşmanın Arap alemi açısında aşağılayıcı olduğunu söyledi.
Ne demişti Clinton hatırlayalım. Eski ABD Başkanı'na göre Hz. Muhammed zamanında otomobil olsaydı, Suudiler otomotiv sanayiinde önde gider ve kadınları direksiyona geçirirlerdi.
Hatırlarsanız Cidde toplantısını kadınlar ve erkekler ayrı bölümlerde izlediler. Clinton'ın bu sözleri kadınlara ayrılan bölümden büyük alkış aldı. Suudi Arabistan'da kadınların otomobil kullanması yasak ve orada oturan kadınların büyük çoğunluğu Arap hemcinslerimizdi.
* * *
Yadırgadığım mesele şudur: Nuray Mert bu noktada Arap kadınları adına konuşmakta sakınca görmüyor. Clinton'ın bana göre yeterli dozda mizah içeren sözleri nedeniyle onlar açısından aşağılanmanın söz konusu olduğunu belirtiyor. Ne var ki Arap kadınları onunla aynı fikirde değil.
Clinton'ı alkışlıyorlar.
Gerçekte Nuray Mert'in yaptığı gibi Doğu'daki öteki adına konuşma ve değerlendirmede bulunma tavır olarak Batı'ya özgü bir tutum. Oryantalist bakış açısı diye eleştirdiğimiz tavır tam da budur. Arap alemi açısından kendimizi Batılı sayan ve Batı'dan bakan bir üstün konumlandırma...
Nuray Mert yukarıdaki ‘‘aşağılama’’ değerlendirmesiyle fark yaratmaya çalışmaktadır. Günümüzün moda kavramı tam da budur. Farklılaşmak, fark yaratmak... Fark yaratabilen her yerde kazanmaktadır.
* * *
Türkiye'nin fark yarattığı tarih 1923'tür. Türkiye, İslam áleminden farklılaşmaya o tarihte başlamıştır. Bu farklılaşmanın önemli simgelerinden biri de kıyafet devrimidir.
Modernleşmeyle birlikte sekülerleşme ne denli başarı ile yürütülmüştür, ayrı bir tartışma konusu. Ancak bugün itibarıyla Türkiye, İslam áleminden farklıdır ve öyle olduğu için de kazanmaktadır. Türkiye'nin farklılığını öldürüp, mesela kadınının başını kapatıp onu tekrar aynılaştırmak ise yapılacak en büyük fenalıktır.
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2004
<B>AVRUPA </B>Komisyonu Başkanı <B>Prodi, </B>bir buçuk yıllık ertelemeyle Türkiye'ye nihayet gelebildi.Prodi'nin bu ziyareti aslında 2002'nin Temmuz ayı için planlanmıştı. Türkiye'de siyaset sahnesi karışıp seçim kararı alınacağının anlaşılması üzerine Prodi'nin gelişi de belirsiz bir tarihe ertelenmişti. Temmuz 2002 ziyaretindeki programda da Prodi'nin Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde konuşması vardı.
Beklenen ziyaretin bugün gerçekleşmesini siyasi iktidara dönük bir destek mesajı gibi algılayıp sunmak hata olur. Gerçi Prodi'nin bu ziyaretini, herhangi bir aday ülkeye yapılan sıradan bir protokol faaliyeti diye değerlendirmek de yanlış. Prodi'nin ziyareti ile Avrupa Komisyonu'nun Türkiye'ye sahip çıkması arasında kurulması gereken bir bağ olduğunu kabul etmek gerek, ama bu ‘‘sahip çıkma’’ yorumu 2002'nin Temmuz ayında Ecevit-Yılmaz-Bahçeli hükümeti sırasında da geçerliydi.
2002 Temmuz'unda olmayıp da bugün gündemi dolduran bir başka sorun var. Avrupa Komisyonu, AKP'nin kimliği konusunda net bir tanımlama yapamıyor. Brüksel bürokratları içinde AKP'nin yeni kimlik tanımlamasını anlamayanlar çoğunlukta. AKP'nin ‘‘Değiştik, aştık’’ şeklindeki söylemi Brüksel'e kadar ulaşmış durumda. Ancak tam olarak neyin değiştiği, Avrupa'nın Ankara'sı sayılan Brüksel'den bakıldığında net biçimde algılanamıyor. Oysa ‘‘AKP'nin muhafazakár demokrat diye adlandırdığı kimliğin milli görüşçü eski çizgiden tam olarak farkı nedir?’’ sorusunun cevabı, Türkiye içinde olduğu kadar Avrupa Birliği'nde de önemli.
* * *
Sanırım Türkiye içinde olduğu gibi Türkiye dışında da AKP'nin kimliğine dönük kuşkuların asıl nedeni, AKP'nin siyasal İslam olgusuyla henüz açık ve net bir hesaplaşma içine girmemiş olması. ‘‘Siyasal İslamcı değilim’’ demek Brüksel'de yeterince inandırıcı olmuyor. Bunun içinin de doldurulması, farklı ne söylendiğinin belirtilmesi gerekiyor.
Sadece bir örnek vermek gerekirse, bir kadın AB bürokratının işaret ettiği gibi, ‘‘Başını örtüp örtmemenin Müslümanlıkla ilgisi yoktur’’ diyemediği sürece AKP ikna edici olamıyor. Bu ve benzer hesaplaşmalar yapılmadığı, aksine AKP kadrolarının devleti daha dindar hale getirme söylemi değişmediği sürece de ‘‘muhafazakár demokrat’’ kimlik tanımı havada kalıyor. Ya da Tempo'nun Yayın Direktörü Kerem Çalışkan'ın derginin son sayısında yazdığı gibi, ‘‘Yoksa AKP eyyamcı demokrat mı?’’ sorusunu Türkiye dışında da sordurtabiliyor.
* * *
Türkiye, Avrupa sahnesine çıktıkça siyasetçilerin seyircileri de sadece Türk olmaktan çıkıyor. Artık tüm Avrupa kamuoyu Türkiye'yi seyrediyor. Ve Avrupa kamuoyunu inandırmak, bizi ikna etmekten daha zor görünüyor.
Yazının Devamını Oku 10 Ocak 2004
<B>TÜRKİYE, </B>Avrupa Birliği yolunda ilerlerken iktidardaki AKP, kimliğini <B>‘‘muhafazakár demokrat’’ </B>olarak tanımlıyor. Oysa Batı basını için AKP hálá ‘‘İslamcı iktidar’’. Başbakan'ın İslamcı gömleği çıkardıklarını söylemesi de bu algıyı değiştirmeye yetmiyor.
Aynı durum Türkiye içinde de geçerli. Türkiye'de AKP bir türlü İslami kimliğinden soyutlanarak algılanmıyor.
Unutmayalım ki iletişimde algı gerçektir.
AKP son günlerde bu algıyı değiştirmek için yoğun çaba içinde. ‘‘Muhafazakar Demokrasi’’ adlı kitabı 20 bin kişiye dağıttı ve internet sitesine koydu. Bu hafta sonu İstanbul'da muhafazakár demokrat kimliğin tartışmaya açıldığı uluslararası bir konferans toplaması da bu çabanın parçası.
Gerçekte tartışma yeni de değil: AKP'ye ait muhafazakár demokrat kimliğin en açık tanımını, Başbakan 2003 Mart ayında 59'uncu hükümet programını sunarken yapmıştı. Başbakan bu konuşmasında muhafazakár demokrat AKP'yi ‘‘merkezin yeni adresi’’ olarak göstermiş, eski merkez anlayışını ise tasfiye ettiklerini söylemişti.
AKP lideri ‘‘İktidarda muhafazakár demokrat, muhalefette ise sosyal demokrat bir parti var’’ diyerek konumunu netleştirmişti.
* * *
Gelelim Başbakan'ın muhafazakár demokrat tanımındaki can alıcı noktaya: Başbakan, ‘‘Muhafazakár demokrat çizgimiz, siyaset yaptığımız coğrafyanın toplumsal ve kültürel geleneklerine yaslanarak Türk siyasetine yeni bir soluk getirecektir’’ de demişti.
İşte bu cümlede bir siyasal görüşü yeniden üretme iddiası var. Tartışma tam da bu noktada alevleniyor: Bu coğrafyanın toplumsal ve kültürel gelenekleri nedir? Bu konuda bir uzlaşma var mıdır? Örneğin, ‘‘türban’’lı dolaşmak toplumsal gelenek midir? Bireysel özgürlüğün göstergesi midir? Yoksa siyasal bir simge midir? Türkiye bu konuda anlaşamadığı sürece, AKP'nin kimliği de tartışmaya açık kalacak.
* * *
Diğer önemli bir nokta, AKP'nin muhafazakárlığının liberal, hatta sol bir duruşu da içermesi. Ancak bu noktada AKP, kendi ideologlarının da belirttiği gibi libero-muhafazakár Amerikan siyasal kültürüne daha yakın.
Buna karşılık, AKP'nin de ait olmak istediği Avrupa demokrasisinin temelinde ise sosyal demokrat düşünce ile liberal düşüncenin etkileşimi ağır basar.
Gün siyasal partilerimizin kimlik tanımlarını yeniden yapmalarının günü.
Ve bu ihtiyaç sadece AKP için değil, CHP için de geçerli. Zira AKP'yi konumlandırmaktaki bir diğer güçlük de karşısındaki muhalefet partisinin kimlik tanımının da aynı derecede sorunlu olması.
Türk toplumunun bu tartışmadan olumlu bir çıkarım sağlaması, ancak tüm kesimler tartışmanın içine çekilebilirse olur.
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2004
<B>AVRUPA </B>Komisyonu üyesi <B>Verheugen, </B>ofisine astığı Türk ressamlarının eserlerine bakarak karar verdi: Türkiye ile Avrupa arasında ciddi bir kültür farkı yoktur! Geçen eylül ayında Brüksel'de çağdaş Türk resmi sergisi açmayı akıl edenleri bir kez daha kutlamak gerek. Zira önyargıları rakamlarla, göstergelerle kıramazsınız. Türkiye'nin Avrupa'ya dönük yüzünü yaşama aktaracak olan şey sanattır.
Türkiye 90'larda her iki yılda bir Brüksel'de düzenlenen ünlü Europalia festivallerinden birinde tanıtılan ülke olma konumunu devletimizin ve özel sektörümüzün cimriliği yüzünden kaçırmıştı. Umarım bir daha böyle fırsatlar ayağımıza geldiğinde geri tepmeyiz. İnanıyorum ki o gün Türkiye Europalia'da sanatıyla ve sanatçısıyla Avrupa çıkarmasını yapmış olsaydı, bugün AB kapısı çok daha kolay açılırdı ve dünyadaki itibar sıralaması da farklı olurdu.
Kaldı ki sanatın iki yönlü etkisi var. Bir yandan dışarıya doğru tanıtım yaparken, diğer taraftan da Türkiye içinde özgüvenin artmasına, bu ülkeye olan aidiyet duygusunun güçlenmesine yol açıyorsunuz.
Bugünün dünyasında ulusların askeri kahramanlara değil sanat kahramanlarına ihtiyaçları var.
* * *
Mevlana'nın ünlü dizeleridir: ‘‘Sen düşünceden ibaretsin/Geriye et ve kemiksin/Gül düşünür gülistan olursun/Diken düşünür dikenlik olursun.’’
Yeni yıla pozitif düşünerek girmekte zarar yok. Ancak gazeteciler, gazeteleri yapanlar, manşetleri atanlar için gülistanla dikenlik arasındaki yolda yürümek o kadar kolay iş değildir.
Bir yandan var olan riskleri ve tehditleri göstereceksin, ama bunu yaparken de insanları karamsarlığa sevk etmeyeceksin...
Diğer yandan da her şeyi güllük gülistanlık gibi sunup insanlara sahte bir dünya yaratmayacaksın.
Burada tayin edici olan, kullandığımız üslup olmalı. Doğru gitmeyen şeyleri söylerken bile pozitif bir üslup içinde olmak, işte en zoru da bu.
Başarmak için hepimizin iyi şeyler duymaya ihtiyacımız var. Medya bunu güler yüzlü yayınlarla, sayfalarla, görüntü seçimiyle başarabilir.
* * *
2004 yılında hepimizin ortak kaderi açısından tayin edici özelliği baskın çıkan konu, Avrupa Birliği ile ilişkimizdir. Bu ilişkinin yıl sonunda üyelik müzakerelerinin açılması sonucu vermesi gerekiyor. Bu açıdan Verheugen'in Brüksel'deki ofisine astığı Türk ressamlarının tablolarına bakarak söyledikleri harika bir başlangıç oldu.
Ya kendi yağında kavrulma sıradanlığı için devam edeceğiz, ya da AB projesini başarıp özenilen bir ülke konumuna zıplayacağız.
Tüm okurlarımıza sanatın hayata olan katkısını önemsediğimiz, gül düşünüp gülistan olduğumuz bir yeni yıl diliyorum.
Yazının Devamını Oku 27 Aralık 2003
<B>AKP </B>hükümetinin genç ekonomi bakanı <B>Ali Babacan </B>Avrupa Birliği yanlısı bir çizgi izliyor. Hatta o da Kemal Derviş gibi Türkiye'nin Euro'ya geçme hedefinden söz ediyor. Dünyaya açık, kalıbı yerinde, genç, dinamik, güleryüzlü bir bakan. Üstelik Cumhuriyet değerlerinin taşıyıcısı bir eğitim kalesi sayılan T.E.D. Ankara Koleji'nden mezun.
Buraya kadar falso yok. O da bizim gibi Kolej marşının ‘‘Kız-erkek bütün çocuklar vermiş el ele, hepsi de bu yurt için birer meşale’’ dizelerini bağırarak defalarca söylemiş üstelik. Ankara Kolejlilik durumu nedeniyle eşinin başörtüsü tuhafımıza gitse de, ‘‘özgür seçimlere saygı duyma’’ söylemi yüzünden sesimizi çıkarmadık.
Gelgelelim Ali Babacan geçen hafta öyle bir laf etti ki, mutlaka tepki göstermek gerekiyor. Hürriyet'in 20 Aralık tarihli ekonomi sayfasından naklediyorum:
Babacan: ‘‘Kadınların evde oturması iyiye işaret.’’ Bu başlığın altına bakalım şimdi de: ‘‘Babacan çalışmak zorunda olan kadınların eşleri iyi kazandığı için evde oturmayı tercih ettiğini belirterek, ‘Bu iyi bir şey' dedi.’’
İşin en can alıcı noktası şu: Kadınların başlarını örtmesini kendi özgür seçimleri olarak sunan zihniyet, şimdi de evde oturmalarını kendi tercihleri olarak gösteriyor.
O halde soruyoruz: Başlar kapandı tamam da, şimdi de eve mi kapanacak kadınlar?
* * *
Babacan AB üyeliğini istiyor ama, AB’ye üye ülkelerde kadınların evde oturmasının iyi bir şey olduğunu söyleyen bir ekonomi bakanını koltuğunda bırakmazlar. Amerika'da aynısı olur ve o koltuk sekiz şiddetinde sallanmaya başlar.
Tabii burası Türkiye olduğu için sivil toplum örgütlerimizden çıkan ses güçlü değil. Çünkü sivil toplum örgütleri medyayı ve Meclis'teki konuşmaları izleyecek bir sistemi oluşturabilecek bütçeye sahip değiller. İş birkaç kişinin cevvalliğine kalmış.
Babacan'ın kadının çalışması konusundaki yaklaşımı AB'ye uyum için çıkan yasaların zihniyetleri değiştirmeye yetmediğini de gösteriyor. Bugüne dek AB uyum sürecinde kadın-erkek eşitliğine yönelik anayasa değişikliği yapıldı, 15 yasa çıktı, pek çok yeni hukuki düzenleme gerçekleşti. Medeni Kanun, İş Kanunu değişti. Buna rağmen kafalar değişmedi. AB Kadın Hukukçular Derneği Kurucu Üyesi Nazan Moroğlu'nun bu konudaki kapsamlı araştırmasını ilgilenenlere tavsiye ederim.
* * *
Babacan bugün ‘‘Kadınlar yorulmasın nasıl olsa erkekler kazanıyor’’ diyor. Yarın ne getirecek, izleyip göreceğiz.
Sayın Ekonomi Bakanı'ndan beklenen, kadınların işsizliğine çözüm bulmasıdır. Sevindirici bir gelişmeden söz etmeye ancak o zaman hakkı olur.
Yazının Devamını Oku