Örneğin kadın meselesi... Peyami Safa’ya göre geleneğin eteklerine milli ucundan Türkçüler, dini ucundan da İslamcılar yapışmışlardı. Geleneği biraz zorlayanı da Tanzimatçılıkla damgaladılar. Kadın meselesinin tesettür üzerinden tartışılması da Osmanlı döneminde başlamıştı. O zamanın heyecanlı konuları arasında heykel dikip dikmeme de vardı.
Tuhaf olan ise 1938’e gelindiğinde bu döneme ait tartışmalardan dönemin gençlerini haberdar eden hiçbir kitabın yazılmamış olmasıydı.
Daha da tuhaf olan Osmanlı’dan başlayan fikir hayatımızdaki tartışmaları Peyami Safa’dan sonra; sosyal, siyasi ve felsefi anlamda bugüne kadar doğru dürüst inceleyen birinin çıkmamış olması. Örneğin İçtihad adlı dergide yayınlanan bir tür manifestoya göre Garpçılar şöyle diyorlar: “Kadınlar ve genç kızlar Müslüman Boşnak ve Çerkezlerde olduğu gibi erkekten kaçmayacaklar, görücülük âdetine nihayet verilecek, kadınlar diledikleri tarzda giyinecekler”. Osmanlı Garpçılarının programında tekke ve zaviyelerin kapanmasından tutun da şer’i mahkemelerin ilgasına kadar daha sonra Atatürk devrimleriyle gerçekleşen pek çok madde vardır.
Peyami Safa’nın ilginç tespitlerinden biri de şudur: “Garpçılık bizde bir sistemden ziyade dini taassuba karşı medeni ihtiyaçların sezilişinden doğma bir terakki isteğidir. Avrupa ideolojilerinden hiçbirine benzemez. Bunun için de Türkçülük gibi popüler olamamış, akademik bir çevreye kavuşamamış, sistemsiz bir özleyiş olarak kalmıştır.”
Peyami Safa’nın tahlillerinden yola çıkarken bugünü doğru anlamamız kolaylaşabilir. Örneğin Aşk-ı Memnu meselesi. Dizinin Türk aile yapısını bozduğu, atama sistemi nedeniyle tarafsızlığı kuşku götürür bir devlet kurumu tarafından ilan edildi. Siyah-beyaz televizyon zamanında seyrettiğimizde bu sorun çıkmamıştı.
Kitap 110 yıl önce yazıldığında da bu patırtı kopmamıştı. Belki de o zaman Peyami Safa’nın tespiti daha geçerliydi, yani İslamcılarla Garpçılar arasındaki geçirgenlik daha fazlaydı. Bugün Türkiye’nin yönetiminde ağırlık tek bir tarafa kaydı, bunun etkisini yaşıyoruz. Oysa Osmanlı döneminde bile Garpçılarla İslamcıların Türkçenin sadeleştirilmesi dahil üzerinde anlaştıkları konular vardı.
Aşk-ı Memnu yetmedi, baldızın enişte tarafından hamile bırakıldığı bir başka dizi de benzer bir uyarı aldı. Bundan 10 yıl kadar önce de Kahramanmaraş’ın kurtuluş yıldönümünde Fransız askerlerini canlandıran temsili kişiler halkın saldırısına uğramıştı. Anlamlandırma için gerekli eğitimden yoksun olursan, abstre resmin de önünde dikilip “Bu ağaç mı kuş mu?” diye sorarsın. Yaşananlar bu kategoriye giriyor.
19’uncu yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun tartışma konularının bugün hâlâ çözülmemiş olarak gündemimizde olması beni gerçekten şaşırtıyor.
Avrupa Özgürlük ve Demokrasi Grubu’ndan Avrupa Parlamentosu üyesi Bayan Niki Tzavela, herkesi “şehirlerin kraliçesi” İstanbul’a gitmeye davet etti.
Herkes Avrupa Parlamentosu’nda konuşan Yunanlıların mutlaka aleyhte konuşmasına alışık olduğu için Bayan Tzavela herkesi şaşırttı. Kendisinin İstanbul 2010 İyi Niyet Elçisi ilan edilmesini öneriyorum. Bunu herkesten daha iyi yaptı bile!
* * *
Ankara’dan önce İstanbul’un Avrupa Birliği’ne girdiği söylenebilir mi? 2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti olmasına bakarak “Evet” diyebiliriz. Geçen yıl alınan bir kararla bundan böyle AB’ye üye olmayan ülkelerden şehirler Avrupa Kültür Başkenti seçilemeyecek. Bu karar İstanbul’un seçiminden sonra alındı. AB Komisyonu para içerde kalsın istiyor. Ne de olsa Kültür Başkenti olan şehirlere AB’den de para gidiyor. Türkiye’nin İstanbul gibi imparatorluk başkenti olmuş başka şehirleri de var bu unvanı fazlasıyla hak eden, Edirne gibi, Bursa gibi... Bunun önünü kestiler hemen.
Kendi çektiği bir fotoğrafı çerçevelenmiş olarak bana vermesi de o sırada oldu. O gün bugündür ofislerimin duvarlarını süsledi bu fotoğraf. Geçen hafta kısmi bir taşınma nedeniyle bu resmin yerinin değişmesi gerekti. Cuma akşamı içime sinen bir duvar bulamadım. Ertesi gün sabah uyandığımda Şakir Bey artık aramızda yoktu.
Göstergebilimci Fransız eleştirmen Roland Barthes’in “Aydınlık Oda” adlı bir kitabı var. Barthes bu kitapta fotoğrafın ölümle ilgili olduğunu söylüyor. Ne de olsa fotoğraf, zamanın durduğu an. Her fotoğraf ister istemez geçmişe ait. Fotoğraftaki görüntü zamanın ve uzamın içinde cansız.
Herkes Barthes’le aynı görüşte olmadı. Örneğin ressam Abidin Dino. Şakir Bey’in “Türkiye’nin Renkleri” kitabının önsözünde fotoğrafın yaşama övgü olduğunu yazmıştı, ölüme değil.
Gerçekten de Şakir Bey’in fotoğrafları yaşama övgü doluydu.
Şakir Bey benim için önce bir fotoğrafçı oldu, belki de kendimi bildim bileli her yeni yılın heyecanlı taraflarından biri olan Eczacıbaşı Fotoğraf Yıllıkları yüzünden. O yıllıklar ki bugün dünya çapında fotoğrafçılarımız olmasının sebebi. Tüm ünlü fotoğrafçılarımızı şık bir biçimde desteklemiş Şakir Bey. Bu yıllıklar sayesindedir ki fotoğraf alanında üretenle tüketen biraraya getirilmiş.
Şakir Bey kültür adamı, bir sanatçı. Ayrıca gençliğinde gazetecilik yaptığı bir dönem var. Ve elbette işadamı. Ancak bütün bu özellikler aynı insanda bir araya geldiğinde bir ülkenin sanat ve kültür alanında kaderine etki yapan bir Şakir Bey olunabiliyor.
Hürriyet’in eski genel yayın müdürlerinden Necati Zincirkıran, Şakir Bey’den dinlediği anıları anlattığı, Euractiv.com.tr’deki yazısında onun çocukluğuna değinmiş. Burjuva ailelerde adet olduğu üzere Şakir Bey de altı yaşında piyano dersine başlatılıyor, ta ki bir gün sabrı taşıp taburesini piyanonun tuşlarına vurana kadar. Başkalarının döktüğü kalıba sığmayan bir adam olacağının ilk işaretleri...
26 Mayıs 1960 gecesi... Esentepe Gazeteciler Mahallesi’ndeki evimizin kapısı çaldı. Dönemin tanınmış gazetecilerinin oturduğu mahallenin yarısı ya Paşakapısı’nda, ya Sultanahmet Cezaevi’nde. Babam tutuksuz yargılanıyor, ama sivil polis peşinde. Yazı İşleri müdürü olduğu Kim Dergisi Meclis Tahkikat Komisyonu kararıyla kapalı.
26 Mayıs gecesine dönersek, annem “Kim o?” deyince “Polis” dedi dışardaki.
Babam arka balkondan atlayıp kaçtı. Annemin eteğine sarılıp arkasına saklandım. Korku içinde kapıyı açtık. Gelen Türk Haberler Ajansı’nın sahibi Kadri Amca’ymış (Kayabal). Rahmetli şakacı biriydi.
O akşam ihtilal oldu.
Birincisi iş dünyasında Avrupa Birliği ile Türkiye arasındaki Gümrük Birliği’nin (GB) değişmesini isteyen sesler yükseliyor. İkincisi ise aslında AB üyeliğini destekleyen bir kesimin önümüzdeki dönemde taktik olarak anti-Avrupacılığı oynamaya hazırlanması. Bu iki tavır birbirini besleyerek AB karşıtı sinerji yaratacak. Özetle, AB ile zaten sorunlu olan Türkiye, 2010’da Brüksel ile ilişkilerinin en zor yılını yaşayacak.
Önce Gümrük Birliği cephesinde olup bitene bakalım. 2001 krizi sırasında da benzer sesler yükselmişti, şimdi de aynısı oluyor. Aralık başındaki İsveç resmi ziyareti sırasında İstanbullu bir işadamı tarafından AB Komisyonu’nda görevli bir direktörle yapılan görüşmede konu açılıyor. Direktör, “Türkiye bu işi tartışmak isterse, yöntemi Türk hükümetinin bir mektupla Komisyon’a müracaat etmesidir, ancak bu yapılırsa Gümrük Birliği’nin tamamı müzakere edilir” şeklinde teknik bilgi aktarımında bulunuyor.
TOBB’a yakın kaynaklar bu görüşmeyi doğruladılar. Ancak TOBB tarafında Gümrük Birliği’ni elleme şeklinde bir düşünce olmadığının, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği ya da Dışişlerinin de olduğunu sanmadıklarının altını çizdiler.
Konuyu TİM’le de görüştüm. TİM’e yakın kaynaklar Gümrük Birliği nedeniyle perakendecilere varıncaya kadar hemen herkeste rahatsızlık olduğunu belirttiler. TİM, sıkıntıları rakamlarla ortaya koymak ve ne doğrudur ne değildir anlamak amacıyla Gümrük Birliği Etki Analizi çalışması başlatıyor. TİM çevrelerinde hâkim olan duygu “AB ile Serbest Ticaret Anlaşması yapmış olsaydık, işimiz daha kolay olacaktı” şeklinde: “Sorun AB’nin serbest ticaret anlaşması yaptığı ülkelerin Türkiye ile anlaşmaya yanaşmamasından kaynaklanıyor. Türkiye kendi pazarını açıyor, ama o pazar Türkiye’ye kapalı! Güney Afrika, Cezayir, Meksika’ya gidip biz de sizinle serbest ticaret anlaşması yapmak istiyoruz dediğimizde buna yanaşmıyorlar. Güney Kore ile AB serbest ticaret anlaşması yaparsa elektronikçilere de geçmiş olsun.”
Avrupa konusunu teknik olarak bilen işadamlarına göre GB’nin dışına çıkmanın çok büyük riski var. Biz Gümrük Birliği’ni değiştirmek istediğimizde bu defa başka sorun çıkarırlar. Kaldı ki GB Türk sanayiine rekabet gücü kazandıran bir anlaşma.
Sanayicide ve ihracatçıda bu tavır yayılırsa hükümet ne yapacak? ABGS ve Dışişleri kadroları içinde Gümrük Birliği’ni geçmişte eleştirmiş olanlar şimdi kilit pozisyondalar. Özetle bu konu 2010’da Türkiye gündemini meşgul etmeye devam edecek.
İkinci mesele ise AK Parti’nin Referandum Paketi’ni AB uyumu ile gerekçelendirmesi. Bu paketin herhangi bir yerini eleştiren, AB düşmanlığı ile suçlanmayı peşinen kabul etsin! Bunun sonucu da başka laik elitler olmak üzere aslında AB’yi destekleyen bir kesimin bilinçli olarak bir süreliğine AB alternatifini terk etmesi sonucunu doğurabilecek.
Tam da bu noktada bir üçüncü yol ihtiyacı doğuyor. AB ile yeni bir söylem geliştirmenin tam zamanı. Brüksel acaba resmin bu detaylarını görecek ve söylemini buna göre değişterecek mi?
TÜSİAD başkanlığının iki kez art arda kadınlar tarafından üstlenilmesinin medyadaki kimi erkek yazarlar tarafından algılanış biçimini hayretle izliyorum. Bundan önce erkekler üst üste başkan seçilirken her şey çok normaldi onlar için, ama şimdi anormal bir durum var! Hatta etekli erkeklerin pantolonlu kadınların arkasına saklanmasından bile söz ediliyor bu bağlamda.
Bana göre değişen dünyayı ve Türkiye’nin dinamiklerini doğru anlamakla ilgili bir sorunumuz var, bu yorumlar onu gösteriyor. Bugün medya köşelerini tutan bizler 20-30 yıl öncesinin muhabirleriyiz. O yılların bakış açısıyla dünyayı seyredersek hataya düşeriz.
Beyinlerimizin bir tarafı hâlâ devletin güdümünde.
Nasıl mı derseniz, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü OECD’nin son araştırmasına göre tüm üye ülkeler içinde en düşük kadın memur sayısı yüzde 2 ile Türkiye’de. Ülkemize gelen yabancılar devlet dairelerinde çaycıdan başka kadın olmadığını fark ediyorlar, ama biz o ürkütücü erkek kalabalığına alışmışız bir kere.
Eflatun’un Devlet adlı eserinde eğitimin müziğe dayanmasının tartışıldığı bir bölüm var: “Hiçbir şey insanın içine ritim ve düzen kadar işlemez. Müzik eğitimi insanın özünü güzelleştirir.”
Buradaki akıl yürütmeye göre, çocukken başlanan müzik eğitimi daha düşünmeye başlamadığı çağda çirkinliklerden tiksinmesini sağlar çocuğun. Müzik eğitimi gören biri düzensiz insanları sevmez, içi dışı birbirine uyanı ayırt eder. Ahengi arar, onunla beslenir...
2010’da hepimize daha fazla iyi müzik ve ahenk dilerim....
* * *
İnsan ne kadar zorbaysa o kadar da köledir... Ömür boyunca korkular, kaygılar içinde kıvranan zorbanın hali, ezdiği insanların haline benzemiyor mu? İnsanların en mutsuzudur aslında zorba ve yanına yaklaşanları da mutsuz eder...
Bu satırlar da Eflatun’un Devlet’inden. Bugün “insanlık” adı altında topladığımız değerlerin en önemli kaynak eserlerinden biridir Devlet. Okuyunca anlarız ki insanlık binlerce yıldır hangi rejimin insanları daha mutlu kılacağını tartışıyor. Krallık mı, timokrasi mi, oligarşi mi, demokrasi mi, zorbalık mı?
Bir başka soru: En doğru değerlendirmeyi hangi tip insan yapar? Parasever mi, ünsever mi, yoksa bilimsever mi?
Bugün Türkiye’ye hakim olan değer sisteminde paraseverlerin ölçütleri geçerli. Kriterleri parasever tayin ediyor, zaten ünü de buna bağlı olarak geliyor. Gençler arasında bilimseverlik revaçta değil, çünkü para getirmiyor.