Hiç kıpırdamadan, vücudunuzun tek bir uvzunu hareket ettirmeden ne kadar durabilirsiniz? Dahası, birileri yanınıza gelip öyle put gibi dururken sizi izlemeye koyulsa, gülse, konuşsa, bakışlarınızı bir noktaya dikip neredeyse göz kapaklarınızı bile oynatmadan kaç saniye, kaç dakika bekleyebilirsiniz?
Deneyin... Bahse girerim 1 dakika, 2 dakika, hadi 3 dakika. Bu diyarda, Yunanistan’da birileri tam 60 dakika kalabiliyor öyle. Hem de binlerce insanın gözü önünde. Hem de onca gürültüden, onca korna sesinden etkilenmeden.
Az da değil sayıları, 120 kişi. Koskoca bir saat boyunca hareketsiz kalabilmelerinin yanısıra, kıyafetleri de, yürüyüşleri de bir başka.
"Fermeli" denen yelek giyerler mesela. Dikilmesi en az 6 ay alır. İğne, ipliği ile birlikte kumaşı onbinlerce defa delip geçer. Bir yanlış, bazen binlerce dikişin sökülmesine sebep olur. Fiyatı 10 bin euro.
"Fustanela" denen etek de giyerler. Tam 400 piyeti vardır eteğin (Yunan’ın Osmanlı yönetimi altında kaldığı yılların simgesi) ve 30 metre hase kumaş gerektirir.
"Tsaruhia" denen çarıkları 3.5 kilo tartar. Her bir çarığın köselesinde 120 çivi çakılır. Üstündeki ponponun dikilmesi de en az 600 dikişle sağlanır. Bir çift çarık, kunduracının bir haftasını alır. Gömlekleri, kemerleri, çorapları, her biri ayrı özelliklidir, hepsi el emeği göz nurunun ürünüdür. Kışlık kıyafetleri başkadır, yazlıklar başka.
Atina’ya gelenler görmüştür, gelmeyenler de duymuştur muhtemelen Yunan muhafız askerini, Efsun’u, "Tsolias"ı.
Şehrin, Atina’nın tam göbeğindeki Sintagma (Anayasa) meydanında parlamento binası önünde 24 saat aralıksız nöbet tutarlar. Yabancı liderlerin resmi ziyaretlerinde, milli bayramlarda da görev yaparlar.
Kışlaları, parlamento binasından biraz ötede, cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık konutlarının bulunduğu İrodu Attiku caddesindedirler.
Boylu boslu, hani bir bakışta bile "yiğit" dedirtecek geçlerden seçilir efsunlar. En kısası 1.88, en uzunu 2.05 metre olmalı.
Özel eğitimden geçerler. Nöbet süresi 60 dakikadır. Nöbetçi olanlar günde 4 defa put kesilir. Süngülü M1 Garrand tipi tüfek taşırlar omuzlarında. Nöbete giderken efsun, çarığını hızla bir yere vurur, sonra ayağını bel izasına kadar kaldırıp adımını atar.
Bu şov pazar günleri saat 11.00 oldu mu, daha bir "resmi" yapılır, nöbet değişimi daha uzun sürer. Ellerinde kameraları, fotoğraf makineleri yüzlerce turistin istilasına uğrar Sintagma Meydanı.
Efsun askerleri, Yunan bağımsızlık mücadelesinin bir sembolüdür.
Bu memlekete ilk geldiğimde üniformalarını da, yürüyüş tarzlarını da, öyle kımıldamadan durmalarını da yadırgıyor, gülüyordum. Zamanla beğenmeye hatta zevkle izlemeye başladım onları.
HÜR YAŞAMIŞ YAZARIN HİKAYESİ
"Zorba"nın, "Günaha Son Çağrı"nın, "İsa Yeniden Çarmıha Geriliyor"un ve daha nice eserin yazarı Nikos Kazancakis’in hayat hikayesi anlattığım. Zamanın, hani neredeyse kaleme aldığı her satırını haklı çıkaran hür bir yazarın hikayesi.
Girit adasında, İraklion (Kandiye) şehrinin bugünkü adıyla Mirtia Köyü’nde dünyaya geldiğinde takvimler 18 Şubat 1883’ü gösteriyordu. Babası tam bir despot. Kaptan Mihal, çattı mı kaşlarını, bağırmaya başladım mı, kaçacak delik arardı. Çok korkardı babasından. Evde kopan her fırtınada biricik limanına sığınırdı. Annesi madam Maria’nın kucağına.
Okumaya hevesliydi, liseyi bitirdikten sonra 1902 yılında Hukuk Fakültesi’ne yazılmak için Atina’ya geldi. Kaptan Mihal otoriterdi otoriter olmasına da sandıkları altın doluydu. Biricik oğlundan da esirgeyecek değildi parayı.
Öğrencilik yılları edebiyat dünyası ile tanıştığı dönemdir. İlk romanını 1906 yılında yazar ve "Karma Nirvani" diye müstear isimle imzalar.
Eğitimini tamamlamak için Paris’in yolunu alır. Birkaç yıl sonra Yunanistan’a döndüğünde ise daha doğru dürüst kaleme sarılmadan 1. Dünya Savaşı patlar. Gönüllü olarak askere gider. 1919’da dönemin başbakanı Giritli Elefterios Venizelos, onu sosyal yardım bakanlığı genel müdürü görevine atar. Bir yıl bile geçmeden Venizelos seçimleri kaybedince "devlet adamlığı" biter.
Artık uzun yolculuklar zamanıdır, Avusturya, Almanya, İtalya. Sonra da iki gazetenin muhabiri olarak Filistin, SSCB, İspanya, Kıbrıs.
Kitapları birbiri ardına yazmaktadır ama hálá pek tanıyan yoktur kendisini. 1928’de Atina’da "Alambra" tiyatrosundaki bir konuşmasında Sovyet modelini övünce kıyamet kopar. Gazetelere haber olur. Aleyhinde soruşturma açılır.
Bir yıl sonra o zamanki adıyla Çekoslavakya’da bir çiftliğe yerleşir. Fransızca yazdığı "Toda-Raba"ya imza olarak "Nikolai Kazan" adını kullanır. Fransızlar yıllarca bu kitabı Rus bir yazarın kalame aldığını zanneder.
Denemediği yazı türü yoktu nerdeyse. Gitmediği görmediği diyar da.
1938’de "Odissea"yı tamamlar. Tam 13 yılık bir çalışmanın ürünü. Tam 33.333 satırlık tercüme...
2. Dünya Savaşı sırasında, Homeros’un diğer büyük eseri "İlyada"nın tercümesine verir kendini.
Sohbetlerini kendi iç dünyasında yapmaktadır. Homeros ile, Eflatun ile, Dante ile, Nietzsche ile, Bergson ile, Hazreti İsa ile, Budha ile, Lenin ile konuşmaktadır.
Nazi işgali bittiğinde "Sosyalist İşçi Haketinin" lideridir ve aynı zamanda Themistoklis Sofulis hükümetinde (1946) devlet bakanı. Nobel ödülüne aday gösterilmesi gündeme gelir. Sofulis iktidardan düşünce o muhazakar devletin "günah keçisi" seçilir. Çünkü "kızıl"dır.
Kaçış başlar, kovalamaca da. Yıllarca sürer bu saklambaç. Bence en sevilen eserlerini bu dönemde yazdı.
Devlet yetmiyormuş gibi 1953 yılında kiliseyi de alır karşısına. Bir kitabında Hazreti İsa’nın hayatına başka bir pencereden baktığı için aforoz edilmesi istenir. O, "Sayın din adamları... Lanetinize bir temenni ile cevap vereceğim. Vicdanınızın benim kadar rahat olmasını dilerim" demekle yetindi. Dönemin Fener Patriği Athinagoras’ın sayesinde aforoz edilmekten kurtuldu. Aynı kitap, sadece Ortodoks kilisesinin değil, Katolik kilisesinin de öfkesine hedef oldu. "Yasak kitaplar" listesine dahil edildi. Vatikan’a iki satırlık bir mektup yazdı: "Tanrı, mahkemene itiraz ediyorum."
Bir iltihaplanma sonucu sağ gözünün kör olması, gönlündeki, beynindeki ışığı karartamadı.
İki kadın sevdi hayatında. Galatia’yı ve son gününe kadar yanında kalan Eleni’yi. Ömrünün son döneminde pek değişen bir şey yoktu. Seyahatler, kitaplar. Sanki yer ile gök arasında bir köprü kurmak istiyordu. Çin ziyareti dönüşünde kan kanseri teşisi kondu ve 26 Ekim 1957’de Almanya’da bir hastane yatağında verdi son nefesini.
Birkaç gün sonra da doğduğu topraklarda, Girit’teki cenazesine binlerce seveni katıldı. Mezar taşında "Hiçbirşey ummuyorum. Hiçbirşeyden korkmuyorum. Özgürüm" diye yazıyordu.
ATİNA’DA BİR KULÜP
Atina denen şehrin merkezinde, yıllardan 2008 olmasına rağmen hálá kadınların girmesi yasak bir mekan var. Müdavimleri erkek sadece. Şakaklarına ak düşmüş, kimi ekonomi, kimi siyaset, kimi sanat dünyasında başarılı erkekler. Kapıdan içeri girebilmek için üye olmaktan başka kılık kıyafet de önemli. Takım elbise, kravat şart.
5 Ekim 1875’de kurulan Atina Kulübü’nden bahsediyorum. Neredeyse 1.5 asırdır faaliyet gösteren bu kulüp, İngiliz asillerinin "exclusive clubs"larının bir versiyonu.
Tüzüğü gayet açık. Taş çatlasa üye sayısı 1.000’i geçmeyecek. Taş çatlasa 8 katlı binada büyük yemekhanenin olduğu odanın dışında kadın figürü görülmeyecek.
Şehrin en işlek cadelerinden Amerikis’deki bu kulübün salonları ağır mı ağır mobilyalarla, pahalı mı pahalı halılarla, değerli mi değerli tablolarla vazolarla döşenmiş. Spor salonu da var. Popüler spor dalı, eskrim tabii.
Başkanlığını halen çağdaş Yunan edebiyatı profesörü Fedon Bubulidis’in yaptığı bu "aristokrat erkekler kulübünde" siyasetçiler, devlet adamları, gazete yöneticleri, işadamları kahve veya şarap kadehi eşliğinde rahat bir ortamda sohbet ediyorlar.
Cuma öğlenleri ise yemekte buluşur üyeler. Kulübün kendi şarabı, bonfile, patates.
"Atina Kulübü"ne değil üye, aday olmak bile zor, hatta çok zor. Bu yıl sonunda üyeliklerine karar verilecek adayların toplamı 8.
Eskiler ile yeniler arasında terbiyede kusur edilmiyor hani. Yeniler, eskilere hep "siz" diye hitap ediyorlar. Eskiler de yenilere baba nasihatları veriyorlar.