19 Nisan 2009
Yunanistan başbakanı Karamanlis’in eşi Natasa Karamanlis’den bahsediyorum. Hiç beklenmeyen bir şekilde tıp fakültesine yazıldı ve mezun oldu. Ameliyat önlüğü, maske, eldivenler, bone... Sabah yedide işbaşı yapıyor, öğleye kadar bırakmıyor neşteri. Sonra eve dönüyor bilim adamının yerini anne ve kadın alıyor.
ABD Başkanı Barack Obama’nin Türkiye ziyaretine bu diyarın ne siyaseti, ne medyası, ne de kamuoyu iyi gözle baktı.
ABD’nin Irak, Ortadoğu, Kafkaslar’daki politikası ve çıkarları gibi hayati derece önemli meselelerin yanı sıra Obama’nın İslam dünyasına göndermek istediği mesajlar, Atina’da genellikle görmezlikten gelindi. Ziyarete daha çok Türk-Yunan ilişkilerinde uzun yıllardan beri süregelen o dar görüşlü rekabet aynasından bakıldı.
Bakış açısı öyle olunca “Obama Yunanistan’ı es geçerek Türkiye’yi ziyaret etti”, “Türkiye’yi çok fazla övdü”, “AB’na Türkiye’yi üye yapması için baskı yaptı”, “Eyvah Türkiye’nin stratejik önemi artıyor” ve “Türkiye ABD’den aldığı destekle Ege’de tahrikçiliğini artırır” şeklindeki değerlendirmeler gecikmedi.
Ancak bu rekabet tabusunun ötesinde, ABD başkanının Türkiye ziyareti ile ilgili memnuniyetsizliğin gözden kaçmayan bir başka nedeni de vardı.
O da Obama’nın TBMM’deki konuşmasında yer alan iki paragraf..
“1. Dünya Savaşı sonunda, Türkiye, topraklarında hak iddia etmeye veya eski bir imparatorluğu yeniden güçlendirmeye çalışan yabancı güçlere direnemeyebilirdi. Ama Türkiye farklı bir yol seçti. Kendinizi yabancıların kontrolünden kurtardınız, Birleşik Devletlerin ve bütün dünyanın saygı duyduğu bir cumhuriyet kurdunuz” dedi Obama.
ABD başkanı bu sözleri ile 1922’de Anadolu’daki Yunanlılara soykırım yapıldığı iddiasına ilişkin resmi Yunan tezine taban tabana zıt. “Yunan ordularının işgalci güç olmadıkları ve Anadolu’daki Yunanlıları kurtarmak için savaştıkları” iddialarını çürütüyor...
“Küçük Asya Felaketi” (Kurtuluş Savaşı) ile ilgili bu diyar insanının öğrendiklerinden, bildiklerinden inadıklarından farklı şeyler söyledi Obama.
Gazeteler yaygara kopardı. “Tarihi bilgiden yoksun” olmakla suçladılar Obama’yı. “1922 için Türkler’i haklı çıkarmaya çalıştı” şeklinde başlıklar attılar.
ABD başkanının, Kurtuluş Savaşı ile ilgili sözlerine resmi tepki bile geldi.
Gazeteciler sorunca, dışişleri bakanlığı sözcüsü Yorgos Kumuçakos “tarihin tekrar yazılamayacağını ve yaşanan olayların yalanlanamaz olduğunu” belirterek “bu tanıklardan birisinin de o dönemde ABD’nin İzmir konsolosu George Horton’un yazdığı “The Blight of Asia” adlı kitabın olduğunu söyledi.
Velhasıl Obama’nın Türkiye ziyareti Atina’yı memnun etmedi.
Dimitri’nin tehdidi
18 yaşındaki meslek lisesi öğrencisi Dimitri Patmanidis, önce internette bir chat sitesindeki profiline tabancalı resimlerini ve birkaç kişiyi öldürüp intihar edeceğini belirten bir not ekledi, ardından da okulunu basıp biri ağır üç kişiyi yaralayarak intihar etti.
Abhazya’dan göçetmiş bir ailenin çocuğu olan Patmanidis, “Yaşamaya devam etmem için neden kalmadı. Ancak bazılarınızın hayatlarını esirgemeden gitmeye niyetim yok. 10 nisan sabahı yaş, ırk ve cins ayrımı yapmadan karşıma kim çıkarsa hedefim olacak. Bana çektirdiklerinizi ödeyeceksiniz. Aşık olduğum ancak beni reddeden kız da, benim için duyacaklarından sonra umarım hakkımda fikir değiştirir” diye yazdı.
Kimileri bu gencin ruh hastası olduğunu söylüyor, kimileri de internetten fazla etkilendiğini. Kimileri ise “gençliğimiz nereye gidiyor?” sorusuna cevap arıyor.
First Lady’nin neşteri
Saat 07.00’de işbaşı yaptığından sabahları çok erken uyanıyor. Evi Atina’nın sayfiye kasabalarından Rafina’da, işi şehir merkezindeki Laikon devlet hastanesinde. Her gün 70 kilometre yol katediyor.
Kıyafeti alışılmış. Blucin, bluz, mont. Sabah biniyor arabasına bir başına işine gidiyor. Hastanenin yakınındaki bir garaja bırakıyor arabasını sonra da tabanlara kuvvet.
Üstünü değişiyor. Ameliyat önlüğü, maske, eldivenler, bone... Doğru ameliyathaneye. Saat 15.00 oluncaya kadar bırakmıyor elinden neşteri. Nöbetçi olduğunda da hastanede sabahlıyor. Ameliyatlarda hocalarını dikkatle izliyor. Hedefi göğüs urları üzerinde uzmanlık.
Yorgun dönüyor evine. Bilim adamının yerini anne alıyor, kadın alıyor. İkiz çocuklarına, kocasına adıyor kendini.
İşini son derece ciddiye alıyor. Tıp dünyasındaki gelişmeleri yakından izliyor. Sözgelimi geçenlerde bir seminer için 10 günlüğüne Londra’ya gitti. İkizlere bakmak babaya kaldı.
Oysa yaklaşık 10 yıl önce Selanik Pedagoji Fakültesi’ni bitirdiğinde herkes onun anaokulu öğretmeni olacağını sanıyordu. O, hiç beklenmeyen bir şekilde tıp fakültesine yazıldı ve mezun oldu.
Yunanistan başbakanı Kostas Karamanlis’in eşi Natasa Karamanlis’den bahsediyorum. Son derece mütevazi, kocasının 5 yılı aşkın başbakanlığı döneminde en ufak olumsuz bir eleştiriye meydan vermeyen Natasa Karamanlis’den.
Meslektaşları arasında çok seviliyor çok saygı görüyor. Meslek hayatında kendini Karamanlis olarak değil de, hala taşıdığı kızlık soyadıyla tanıtıyor: Natasa Pazaiti..
Başbakan kocası bu dönem çok sıkıntılı. Bir yandan ekonomik krizin etkileri, bir yandan ardı arkası kesilmeyen skandallar, bir yandan da bir türlü önüne geçilmeyen şiddet olayları Karamanlis’e çok pahalıya patladı. Lideri olduğu iktidar partisi Yeni Demokrasi kamuoyu araştırmalarında sürekli kan kaybına uğruyor. Daha birbuçuk yıl önce seçim yarışını rakibi sosyalist Yorgo Papandreu’dan yüzde 4 önde bitirmişti, şimdi anketlerde yüzde 5-6 geride görünüyor.
Gününü hastanede geçiren first lady uyku vakitleri gelinceye kadar çocuklarından ayrılmıyor. Sonra şık bir tuvalet ve makyaj. Destek olmak için, kocasının kolunda davetlere gidiyor.
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2009
Paskalya bayramı arifesindeki Kutsal Cuma, Ortodoks âleminin en yaslı günüdür. Hazreti İsa, çarmıha gerildikten bir süre sonra son nefesini verir o gün. Ortodokslar, kiliselere giderek İsa’nın mezarını simgeleyen Epitafios’ün (Epitaph) önünde saygı ile eğilirler. Kutsal Cuma’da ayrıca sözü ile makamı muhteşem ilahiler okunur: Mezarda Hayat, Ey Tatlı Bahar gibi.
Bu ilahileri İstanbul’daki çocukluk yıllarımda sadece sesleri güzel olan kızlar okurdu. Okullarda müzik öğretmenleri sesleri ilahi okumaya yatkın kız öğrencileri seçerdi. Kiliselerde de birkaç gün prova yapılırdı.
O gün gelip çattığında da tam 7 kilise dolaşırdı cemaat İstanbul’da.
Yas bir yana, Kutsal Cuma aile namusunu korumak zorunda olduğum önemli bir gündü.
İlahileri okuyan korodaki ablalarım Eli ve Maro’yu, yaşıtları erkek öğrencilerin sinsi emellerinden korumak. Ablalarımın kilise avlusunda yaşıtları gençlerle diyalogları, şakalaşmaları o zamanki kafamla kabul edilmez şeylerdi. Hani bir delikanlı ile iki kelime konuşsalar “Eliiiiii” ve “Marooo” diye basardım narayı: Çabuk içeri, annem kilisede sizi bekliyor!
Bakışları, kardeşleri olmamdan o anki memnuniyetsizliklerini yansıtırdı...
DEEP PURPLE KİLİSEDE NASIL YANKILANDI
Yaşadığım Kutsal Cuma’lar arttıkça, yani büyüdükçe tarzım değişti. Korodaki kızların peşindeydim artık ve onların erkek kardeşlerinin kabusu. Bu arada “rock”çılık da vardı kanda. Bir keresinde ilahiler okunurken elektrikler kesildiğinde, kilisede karanlıkta duyulan ve Deep Purple topluluğunun “Smoke on the water” şarkısının girişini taklit eden o karga ses benimdi. Anneciğim kalp krizi geçirecekti az kalsın.
Sonra Atina’ya göç...
Kutsal Cuma’lara ilgim azaldı. İlahileri uzun yıllar dinlemedim. Kiliseye gider, mum yakar ve içimden herkesin sağlıklı mutlu olması için dua ederim sadece.
İstanbul anılarım birkaç gün önce okuduğum bir haberle tazelendi. Orta karar sanatçılardan biri Atina’daki bir kilisede korosuyla birlikte Kutsal Cuma ilahilerini okumak için tam 38 bin Euro istemiş. Nasıl da değişiyor her şey. Körolasın global yaşam tarzı! Ve kararımı verdim.
Onca şeyle birlikte kaybettiğim masumiyete dönmek..
Tam 6 aydır uğramadığım İstanbul’uma dönüp kilisede o ilahileri dinleyeceğim. Neredeyse 30 yıl sonra ilk kez Paskalya bayramımı İstanbul’dakutlayacağım.
Üstelik yalnız da olmayacağım. Babalığın meslek olduğunu bana çatır çatır öğreten 17 yaşındaki kızım Marianna ile birlikte.
Daha şimdiden heyecan sardı...
Issız Adam’ın Atina galası
İki eski sevgili, Alper ile Ada yıllar sonra sanırım Beyoğlu’ndaki Atlas sinemasının girişinde karşılaşırlar. Dudaklarından başka kelimeler çıkar ama beyinleri kalpleri bambaşka şeyler söylemektedir. El sıkışıp vedalaşırlar, tam geriye doğru adım atarken birdenbire “işte bu” dedirten cinsten kucaklaşırlar..
Atina’daki galasında “Issız Adam” filminin son sahnelerini izlerken ürperdim. 7. sanat dalında aşk işte böyle anlatılır.
Bunu sadece ben değil galaya katılan Yunanlı eleştirmenler, yönetmenler, sanatçılar da söyledi. Eleştirmenlerin, sanatçıların profesyonel görüşleri iyi hoş da, “sivil” izleyicilerin ne dedikleri daha önemli.
Atina sosyetesinin tanımış isimlerinden, armatör Venturis Ailesi’nden Marina ve Dina Venturi’ye sordum. Koskoca kadınlar gözyaşlarını tutamamışlar, Dina Hanım bir ara hıçkırıklarla ağlamış.
İstanbul’dan göç etmiş Rumlar da senaryosu, müziği ve oyuncuların başarısı bir yana her zaman içlerinde yaşattıkları eski İstanbul’un o güzel sokaklarını tekrar görmekten mutluydular.
Memnuniyeti gözlerinden okunan yapımcı Mustafa Oğuz “Issız Adam’ın konusu gereği bütün Akdeniz ülkelerinde ilgi göreceğine inanıyorum. Yunanistan bir başlangıç. Atina caddelerinde afişlerini görmek beni duygulandırdı” dedi. Ne diyeyim?
Teşekkürler Çağan Irmak...
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2009
Yunan başkentinin en eski ve en ünlü sokaklarından biridir Vukurestiu (Bükreş). Bir zamanlar, Basın Bakanlığı binasının birkaç metre ötede olması yüzünden gündüzleri gazetecilerle dolup taşardı bu araç trafiğine kapalı yaya yolu.
Geceleri ise vizitesi pahalı hayat kadınlarının hegemonyası hüküm sürerdi.
Basın Bakanlığı başka yere taşınıp hayat kadınları da uzaklaştırılınca bir ara bocaladı. Vitrinlerini birbirinden pahalı saat ve takılarla süsleyen kuyumcular ve peşpeşe açılan lüks kafeler sayesinde eski görkemli günlerine döndü.
Tam bir “piyasa” yeridir Vukurestiu sokağı. Buluşma noktasıdır. Bu yüzden de özellikle gündüzleri cıvıl cıvıldır. Bugünlerde ise ilginç bir nedenle gazetelerin manşetlerinde.
Atina eski Atina değil. Anarşitler, teröristler, hırsızlar, soyguncular yüzünden bu şehrin epey keyfi kaçtı. Soygun, kundaklama, bombalama eylemleri rutin hale geldi. Yunan polis teşkilatı da tedbir için özel bir “Delta Force” kolluğu oluşturmayı kararlaştırdı. Sivil kıyafetli polisler, 125 ve 250 cc’lik küçük hacimli motosikletlerle günün 24 saati devriye gezecekler. Dikkati çekmeden eylem hazırlığındaki soyguncuyu, teröristi, anarşisti yakalayacaklar sözümona.
Önümüzdeki hafta göreve başlayacak Delta gücü günlerce sıkı eğitimden geçti, Atina sokaklarında provalar yaptı.
KAHVE MOLASI VERDİLER
Son provaların birinde, 6-7 polis yorulmuş olsalar gerek Vukurestiu sokağında kahve molası vermiş. Motosikletleri yaya yolunun girişinde bırakıp aleme dalmışlar işte.
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2009
Günlerden cuma idi... Fenerbahçemin Kocaelispor ile 1-1 berabere kaldığı cuma. Öğle vakti. Hürriyet bürosunun da bulunduğu Atina’nın Nişantaşı’sı Kolonaki semti cıvıl cıvıl. Birkaç dakika sonra kopacak fırtınanın en ufak işareti yok.
Aniden büyük bir gürültü. Yer yerinden oynuyor. Balkona fırladım.
Yüzleri kukuletayla örtülü, siyahlara bürünmüş 30 kadar “genç” ellerinde demir çubuklar, büyük çekiçler ve iri taşlarla o birbirinden ünlü markaların ürünleri ile süslü dükkanların vitrinlerini yerle bir ediyorlar, yolda park etmiş otomobillere saldırıyorlar. Kimilerinin ellerinde molotof kokteylleri.
Her şeyi 5 metre yükseklikten izliyordum. Anarşistler kırıp döküyor, dükkan sahipleri ve tezgahtarlar bir yandan polis diye bağırıyor, bir yandan da can korkusuyla gizlenmeye çalışıyor.
Uğruna şarkılar yazılmış Kolonaki, 30 kukuletalının insafına teslim. Ortalık ana baba günü. Dükkanların, otomobillerin alarm sesleri birbirine karışmış. Anarşistler “işlerini” yaparken sokaklarda insanlar kaçmak için birbirini eziyor.
Yaklaşık 20 dakika sürdü kabus, Sonrasında derin bir sessizlik. Sonra polisler geldi. Sonrasında kameralar.
Kolonaki tarihindeki en büyük darbelerden birini yemişti.
Anarşistler tam 67 dükkanı ve 40 kadar otomobili tahrip ettiler. Sonra da güle oynaya dokunulmazlığı bulunduğundan Atina hukuk fakültesine sığındılar. Ne gözaltına alınan oldu, ne de tutuklanan.
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2009
Mahkeme tutanaklarından bu iki aşk öyküsü. İki kız kardeşin, iki sarışın dilberin, deli gibi sevdikleri iki erkek kardeşe karşı sahtekarlık, dolandırıcılık, çete kurmak iddialarıyla açtıkları davaların tutanaklarından. Allah’ın bir kuluna “yürü ya” demesi bazen yeterli galiba. Aksi takdirde, liman teşkilatında memur iken hatta aile bütçesine katkı için geceleri taksicilik yapan Tasos Nikolau adlı vatandaşın birdenbire dört büyük benzin istasyonunun sahibi ve bir sürü şirketin ortağı olması kolay kolay izah edilemez.
Tasos Bey’in saray yavrusu villasının garajını, kızları Valentina ile Angeliki’nin kullandıkları iki Ferrari’den başka, iki Mercedes ve iki Porsche araba süslüyordu.
İki kızkardeş her gece arabalarına binerler ve “bu gece barda gönlüm hovarda” misali o müzikhol senin, bu taverna benim sevgili babalarının paralarını yerlerdi.
Angeliki günün birinde bir gençle tanıştı. Ünlü bir barın kapısında “face control” işini yapan yani faça okuyup “sen gir sen girme” diyen bir gençle. Birkaç gün sonra Valentina da gencin ağabeyini tanıdı.
Gönül ferman dinlemez ya iki kızkardeş sınıf farkı gözetmeksizin iki erkek kardeşe aşık oldu.
Aileler tanıştı. Sözler kesildi, nişan yüzükleri takıldı.
Günün birinde kızkardeşler babaları Tasos Bey’in boynuna sarılarak “Bizim tonton babacığımız. Ferrari’lerimiz var Allah’a şükür ama Stradale 360 modelimiz yok. Kolay da bulunmuyor körolası” dediler.
Hatırını kırar mı Tasos Bey gözbebeklerinin?
ATİNA SOKAKLARINDA BATSIN BU DÜNYA
Günlük yaşantıları pek yoğundu Valentina ile Angeliki’nin. Zaten öğlende zor uyanıyorlardı, alışveriş, spor salonu derken akşam oluyordu. Kızkardeşlerin imdadına nişanlıları yetişti. Delikanlılar aşkın aynı zamanda fedakarlıklar da gerektirdiğini kanıtladılar: “Geceleri barlarda çok yoruluyoruz ama sizin hatırınız için Ferrari Stradale 360’ı bulmaya çalışırız.”
Birkaç gün sonra iki kızkardeş yine alışverişten bitap düşmüş bir halde bilmemne marka koltuklara gümülü dinlenirken, delikanlılar müjdeyi verdiler: “Bu işi en iyi bilen otomobil komisyoncusunu bulduk. Ona gidiyoruz.”
Komisyoncu, delikanlıların hatırına tenzilat bile yaptı. Sadece 197 bin Euro’ya aldılar hayallerindeki otomobili (ikinci el).
Angeliki nişanlısıyla koleksiyoncuların merakı Ferrari Stradale 360 ile şöyle bir İtalya turu yapıp stres attı.
Takvimler 2007 yılını gösterirken Tasos Bey nakit sıkıntısına girdi. Nerden para bulurum diye kafa patlatırken müstakbel damatları onun da imdadına yetişti: “Üç Ferrari var garajda. Birini satın.”
İyi fikirdi doğrusu ama kime satacaklar?
Tabii ki aynı komisyoncuya...
Kızkardeşler nişanlıları ile birlikte komisyoncuya gittiler. Müşteri çıktığında vakit kaybetmesinler diye de bir sürü kağıt imzaladılar.
O günden sonra bir daha ne nişanlılarını gördüler ne de komisyoncuyu. Terkedildiler bir anda. Ayrılık acısıyla yollarda dolaşıp “barış için, kardeşlik için, insanlık için batsın bu dünya” tarzı şarkılar dinlerken Ferrari’lerini gördüler. Direksiyonda orta yaşlı bir adam...
Çorap söküğü gibi sonrası. Meğer nişanlıları komisyoncuyla bir olmuş... Meğer nişanlılarının ekstra bir sürü sevgilisi daha varmış... Meğer alacaklılar peşlerindeymiş.
Söz şimdi mahkemelerin...
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2009
Zarar üstüne zarar eden Yunan Olympic Havayolları sonunda 177 milyon Euro’ya işadamı Vgenopulos’un oldu. Bakalım Vgenepulos defalarca batan şirketi Onasis’in zamanındaki ihtişamlı günlerine döndürebilecek mi?
Ölümünden tam 34 yıl geçti ama o hâlâ konuşulan, tartışılan bir efsane. O, bazen bir kadının ayaklarına servetler serecek kadar cömert, bazen de arkadaşlarıyla eğlendiği tavernada garsonlara tek kuruş bahşiş bırakmayacak kadar cimriydi. O bir ABD başkanının (John F. Kennedy) dul eşini (Jacqueline Kennedy) baştan çıkaracak kadar usta bir Latin sevgili, ama aynı zamanda uğruna büyük bir kariyeri tek kalemde silen bir divanın (Maria Callas) aşkını inkar edecek kadar nankördü. ış hayatında da kimsenin gözünün yaşına bakmadı. Sıfırdan başlayıp dünyanın en zengin insanlarından biri olmayı başardı. O ızmirli Aristotelis Onasis idi.
Bugün Yunanistan’da en çok konuşulan işadamı ise Andreas Vgenopulos. Ülkenin en büyük holdingi haline gelen ve 52 bin çalışanı olan MıG’in (Marfin Yatırım Grubu) başındaki adam. 40 ülkede faaliyet gösteren MıG geçen şubat ayında Türkiye’de sağlık sektöründe (şafak Hastaneleri) 48 milyon dolarlık yatırım yaptı. Vgenopulos 56 yaşında. Babası deniz kuvetlerinden emekli. O da sıfırdan başladı. 1997 yılında Atina Borsası’nda büyük paralar kazandı. Banka kurdu. Arap ortaklarıyla birlikte ne bulsa satın alıyor. Özel hayatı ailesinden ibaret. Eşi ve üç çocuğuyla birlikte sessiz sakin bir yaşam sürdürüyor. Ne dedikodulara, ne de skandallara karıştı adı.
ANADOLULU BOHEMıN HAVACILIK BAşARISI
Yaratılışları birbirine tamamen zıt bu iki “para imparatoru”nun birkaç gün öncesine kadar tek ortak yönü Panatinaikos takımı taraftarı olmalarıydı. Her ikisi de sevdikleri takıma kendi tarzlarıyla yardımcı olmaya çalıştılar. Panatinaikos takımı 38 yıl önce o zamanki adıyla Avrupa şampiyon Kulüpler Kupası yarı finalinde, Belgrad’da 4-1 yenildiği eski Yugoslavya’nın Kızılyıldız takımını Atina’da 3-0 yenerek finale yükselmişti. Dedikodular Yugoslav oyuncuların sahaya çıktıklarında kendilerine verilen çiçek buketlerinin içinde sıfırları bol çeklerin de bulunduğu şeklindeydi. Kötü diller “Onasis’in yeni merakı futbol” diyordu. Anadolulu bohem, kurnaz Onasis işte..
Vgenopulos ise Panatinaikos takımını satın almak için kuruşu kuruşuna hesaplanmış ve her şeyi hukuka uygun geniş kapsamlı bir proje sundu. Kabul edilmedi ama yeniden deneyeceğine eminim...
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2009
Orucun başladığı gün “Kathara Deftera” yani “Asude Pazartesi”dir ve tatil günüdür. Millet ovalara, yaylalara, tepelere koşar, uçurtmasını uçurur önce, sonra da orucun ilk günü için geleneksel sofraya oturur. Pazar gecesi pazartesi şafağına göz kırparken Atina’nın balık pazarında dolaşıyorum. Ne adımlarım beni oraya sürükledi ne de yolumu kaybettim.
Madem vakit gece yarısını çoktan geçmiş, ne gezersin tenhalarda menhalarda be garip diyeceksiniz belki..
Hemen anlatayım.
Siz deyin 1000, ben diyeyim daha fazla kalabalık toplanmış pazarda. Siz deyin 50 ben diyeyim daha fazla balıkçının naraları ta uzaklardan duyuluyor: “Canlı bunlarrrr.”
Siz deyin tonlarca ben de diyeyim öyle mal var balıkçıların tezgahlarında. Ama hiç balık yok. Istakoz, karides, kerevit, kalamar, ahtapot, tarak, midye, istiridye, pavurya ve denizden başka ne çıkıyorsanın istilası vardı o gece.
“Ekonomik kriz milletin kafasına mı vurdu? Sabahın köründe alışveriş mi yapıyorlar? Birkaç saat sonra işe gitmeyecekler mi bunlar?” diyeceksiniz belki.
Onu da hemen anlatayım.
Ortodoks aleminin Noel ile birlikte en büyük yortusu (bayramı) olan Paskalya öncesi oruç pazartesi günü başladı. Din adamlarından ve çok dindar yaşlılardan başka kimse öyle uzun süre oruç tutmaz burada ama yine de “prensip” olarak kırmızı ve beyaz et, balık, süt, peynir, tereyağ, yumurta “yasak” 40 gün boyunca. Bu süre içinde bazı günler zeytinyağlı sebze yemekleri serbest. Haşlanmış ya da çiğ sebze, meyve, baklagiller ise hep serbest.
Orucun başladığı gün “Kathara Deftera” yani “Asude Pazartesi”dir ve tatil günüdür.
Millet ovalara, yaylalara tepelere koşar, uçurtmasını uçurur önce, sonra da orucun ilk günü için geleneksel sofraya oturur.
Yine bazı “uyanık” din adamlarının “vaaz”ları sayesinde sofrası zengindir “Asude Pazartesi”nin. Kan olmayan ne varsa mubah demiş birileri. Ohhh... Gelsin canım deniz ürünleri, helvalar, turşular ve ramazan pidesinin benzeri mayasız “lagana”lar...
Alkol tüketimi de orucu bozmaz. Kadehler uzo ile, şarap ile dolsun ve boşalsın...
İşte bu “Asude Pazartesi” sofrasını donatmak isteyenler için balıkçılar pazar gecesi açıktı.
Balık pazarının da bulunduğu İstanbul’un Perşembe Pazarı benzeri Athinas Caddesi cıvıl cıvıldı. Binlerce genç ile unutulmaz Cem Karaca’nın dediği gibi “... ve daima genç kalanlar” hükmetmişti.
Oruçtan önceki vur patlasın çal oynasın karnaval döneminin son günü olduğundan kimi papaz, kimi hayat kadını, kimi süpermen, kimi Hintli, kimi Çinli giyinmiş eğlenmeye gidiyorlardı. Atina’nın eğlence merkezi “Psirri” mahallesi az ötede...
Trafik kuralları geçerli değildi ve etrafta tek polis bile yoktu. Uygulanan tek trafik kuralı: “Arabanı her yere park edebilirsin...”
Balık pazarının girişinde Çingene kadınları taze soğan, kırmızı turp, roka satıyor. Kuruyemişçiler de çeşit çeşit helva, turşu, tarama ve zeytinle süslemiş vitrinlerini.
Daldım içeri. Tonlarca deniz ürünü kuvvetli lambaların ışığıyla altına, elmasa benziyor sanki...
Dakikada ancak bir adım atabiliyorum. Fiyatlar hiç de ucuz değil ama kesenin ağzını açmaya gelmiş insanlar. Yılda bir kez de olsa ıstakozu, kereviti alacak tadacak işte. Heyecanlılar, en iyisini almak istiyorlar. Tabii günün önemine binaen pazarı dolaşıp o cümbüşe tanık olmak da.
Satıcılara en çok sorulan soru: Bu kaç dakikada pişer? Cevaplar karides, ıstakoz, pavurya ve kerevit için hep aynı: Kaynar suya birkaç damla sirke... İriliğine göre 10-15 dakika haşla...
İnsanlar heyecanlı, insanlar mutlu. Bayramların güzelliği de bu zaten...
Temizledikten sonra bir saat kadar iki kaşık soda serperek dinlendirdiğim, sonra çok iyi yıkayıp kurutarak sade un ve ardından un-bira karışımı bulamaca batırıp fritözde (tavada çok sıçrar, mutfağı berbat eder) 2-3 dakika kızarttığım kalamar, açılmaları daha kolay olduğu için kaynar suya dalıp çıkarttığım tarak ve haşladıktan sonra benmari usulü buzla soğuttuğum karides aldım.
Satıcılar, boyalı, süslü püslü bayanlara, kokanalara takılıyorlar. Onu alma bunu alma diyen karılarına kızan kocalar, anne babalarının yanında eminim “yaa benim burada işim ne?” ya da “büyüyünce buraya asla gelmeyeceğim” diye düşünen çocuklar...
“Asude Pazartesi” takvim olarak çoktan başlamıştı balık pazarından çıktığımda. Atninas Caddesi bir eğlence yerinden diğerine gitmek için koşuşturan binbir kıyafete bürünmüş gençler ve daima genç kalanlarla hâlâ nefes alıyordu.
Kısmet olursa seneye bu vakit de İstanbul’da çocukluğumdaki karnaval kutlamalarını anlatırım.
PATRİKLER DE PİSKOPOSLAR DA DERTLİ
Birkaç gün önce, ciddiyeti ile tanınan To Vima gazetesindeki bir haberde dünyadaki ekonomik krizin bir başka boyutu işleniyordu: Krizin kiliseye etkisi...
Habere bakılırsa, Fener Patrikhanesi ciddi ekonomik güçlük içinde. Maaşlar 2-3 aylık gecikmeyle ödenebiliyormuş ve Patrik Bartolomeos sıkı tasarruf politikası talimatı vermiş.
Moskova’da çiçeği burnunda Patrik Kiril dünyadaki Ortodoks kiliselerine yapmayı planladığı ziyaretler için gerekli parayı nereden bulacağını düşünüyormuş. Kriz bir yana, rublenin düşüşü yüzünden de Moskova Patrikhanesi’nin sponsoru Rus işadamları artık paraları öyle saçmıyormuş.
Patriklerin arasında en dertli olanı ise Kudüs’deki Theofilos. Bir yandan Gazze’deki savaş yüzünden Kudüs’e turist ayak basmıyor, bir yandan patrikhanenin bir sürü bankadan aldığı kredilerin ödenmesi gerekiyor, bir yandan da 200 Euro zamla 600 Euro’ya çıkan keşiş maaşları için para bulunamıyor.
Yunanistan kilisesindeki din adamları, cemaatin elini cebine koyarken artık daha dikkatli davrandığını ve kiliselerdeki para sandıklarından çıkan miktarın her geçen gün daha da azaldığını söylüyorlar. Üstelik kirasını ya da elektrik faturasını ödeyemediği için kiliselerden yardım isteyenlerin sayısı da hızla artıyormuş.
Ortodoks aleminde ekonomik krizden bir tek Kıbrıs Rum Kilisesi etkilenmemiş görünüyor. Başpiskopos Hrisostomos daha geçen hafta Lefkoşa’da yeni katedral inşa edileceğini açıkladı. Yeni katedral 800 kişi kapasiteli olacak ve inşası için en az 9 milyon Euro harcanacak.
Ve Tanrı dedi ki...
Tam anlamıyla geriye dönüşü olmayan bir felaket... Hafıza gitmiş, paylaşılan geçmiş, hayal edilen gelecek. Kaynakların da hepsi tükenmiş. Bu kıyamet sonrası mekanda sadece bir adam, bir kadın ve bir bebek kalır geriye. Anlamların, kişisel ve kişilerarası geçmişlerin silinmesinden dolayı kadın ve erkek bir türlü iletişim kuramıyorlar. Ancak bebek acıkınca her şey değişiyor...
Eğer senaryosu böyle olan eseri bir Yunanlı (Avra Sidiropulu- Boğaziçi Üniversitesi’nde tiyatro dersleri veriyor) yazıp sahneliyor ve kahramanlarını da iki Türk tiyatro sanatçısı (Derya Durmaz -Ihlamurlar Altında ve Teoman Kumbaracıbaşı) canlandırıyorsa, prömiyerini nisan sonunda Garaj İstanbul’da yapacak olan “And God Said” (Ve Tanrı Dedi ki) ayrı bir önem kazanıyor.
“Ve Tanrı Dedi ki”nin bir diğer özelliği de dili. Finale kadar İngilizce. Final bölümünde hangi ülkede sahnelenecekse o dilde.
Sidiropulu da, Durmaz da, Kumbaracıbaşı da Atina merkezli ve bünyesinde çeşitli ülkelerden sanatçıları barındıran uluslararası tiyatro topluluğu “Persona”nın üyeleri.
Bu üç genç insanla, bir bölümünü tarihi Akropolis mabedinde yaptıkları Atina’daki provaları sırasında buluştuk.
Oyunun dünyanın her ülkesinde oynanıp insanlara aynı mesajı vereceği görüşündeler. Elbette sponsor gerekli bu projeye. Türkiye’de Kültür Bakanlığı’ndan “olur” çıkmış ancak bu aynı zamanda maddi katkı anlamını taşımıyor. Yunanistan’da Dışişleri Bakanlığı’na yapılan başvuruya ise olumsuz cevap verilmiş. İki ülkede özel sektörün kapılarını çalmayı planlıyorlar.
Yunanlı Avra, İstanbul’a olan hayranlığını anlattı. Derya ile Teoman ise Atina’yı sakin, sevimli bir şehir bulduklarını.
Hayat dolu, hayal dolu, duygu dolu üç genç insan, üç genç sanatçı destek bekliyor.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2009
Aynı cezaevinden ikinci kez helikopterle firar eden Vasilis Paleokostas’a halk sanki sempati besliyor. Neredeyse Robin Hood sayılacak kanun kaçağı hakkında espriler dilden dile dolaşıyor. Vasilis Paleokostas adlı mafyacının iki yıl içinde ikinci defa aynı cezaevinden (Pire’deki Koridalos), aynı şekilde (helikopterle) firar etmesiyle buralar şenlendi.
Adam kaçırmadan tutun da haraç kesmeye, soyguna kadar elini kana bulamadan işlemediği suç kalmayan Paleokostas, iki yıl önce havai fişekler saçarak cezaevindeki futbol sahasına indiğinden, gardiyanların “film çeviriyorlar” sandıkları bir sırada helikoptere binip sırra kadem basmıştı.
Bir süre sonra yakalandı. Geçen pazar günü de o firarı için mahkemeye çıkmasının arifesinde yine bir helikoptere atlayıp mahkûmların alkış ve naraları arasında toz oldu.
Adamın “kariyerinde”ki bu dördüncü firarı sırasında cezavindeki polis ve gardiyanlar müdahalede geç kalmakla suçlanırken, yakınlarındaki evlerin sakinleri gerekli refleksleri göstererek, amatör kameralara ve cep telefonlarına sarılıp olayı görüntülemeyi başardılar.
Siyasi partiler, cezaevlerindeki güvenlik önlemlerini tartışıyor. Siyasetçilerden bıkmış olan halk sanki Paleokostas’a sempati besliyor. İşlediği suçlara karşın fakir insanlara yardım ettiği de bilinen “mutad firari” neredeyse yeni “Robin Hood” sayılacak.
Yunanistan’ın önce helya sonra da alüminyüm “krallarını” yani çok zengin iki işadamını kaçırıp aldığı fidye ile en az 7-8 milyon Euro parası olduğu sanılan Paleokostas hakkında uydurulan espriler dilden dile dolaşıyor.
Birkaçını aktarayım:
? Profesyonel kameramanların Paleokostas’tan ricası: “Eğer bir daha firar edersen bize de haber ver ki hazırlıklı olalım. Amatör kameraların görüntüsü kötü. Üstelik azar da işitiyoruz”.
? “Paleokostas en çok uçuş saati olan Yunanlıdır.”
? Koridalos cezaevinden anons: “Dikkat dikkat. Sayın Paleokostas lütfen acele avluya gelmeniz önemle rica olunur. Birkaç dakika sonra helikopteriniz havalanacaktır.”
? Paleokostas Airlines... Bizimle güvenli bir şekilde uzaklara kaçın...
? Paleokostas kırlangıç kuşları gibidir. Bahar geldi mi başka diyarlara uçar...
İki yıl önceki helikopterle ilk firarının arifesinde koğuş arkadaşları ile vedalaşan ve hatıra olsun diye tespih dağıtan, bir keresinde izini bulan polislerden kurtulmak için silah tehdidi ile durduğu otomobilin sürücüsüne “Taksi çevirmen gerekebilir” diyerek 250 Euro bırakan “suç makinesi” Paleokostas için halkın genel görüşü “Yakalanabilir ama yine uçabilir...”
Yunan ordusundaki asker Sevcan
Adı Sevcan, soyadı Sadullah. Türklerin yoğun yaşadığı Batı Trakya’da, Gümülcine’ye bağlı Yardımlı (Ergani) köyünden. Babası çiftçi ve dört kardeşi var. Yaşı 25. Çocukluğunda bebekler yerine, babasının traktörü üstünde şoförlük oynardı. Gümülcine’de Yunan lisesini bitirdikten sonra meslek okuluna girdi ve kuaför-makyöz diploması aldı. Çalışmaya başladı. Kazandığı parayla önce çok sevdiği enduro tipi bir motosiklet aldı kendine sonra da küçük bir araba.
Kuaförlük iyi gelir getiriyordu ama Sevcan kendine daha değişik daha heyecanlı bir iş arayışına girdi.
Yunan ordusuna profesyonel kadın asker alınacağını öğrenince başvuruda bulundu. Gümülcine’nin merkezindeki Pantrakikos Stadı’nda tam dört ay usanmadan koştu, zıpladı, spor yaptı.
Sınav vakti geldiğinde de erkeklere taş çıkartacak performansla Yunan ordusuna girmeyi başardı.
İlk görev yeri Grevena şehrindeki eğitim karargahı olan Sevcan Sadullah, Batı Trakya’da bir ilki oluşturuyor. Bu nedenle hem Yunan hem de Türk medyasının dikkatini çekti.
Annesi “Üç oğlum iki kızım var, ama sen de madem askere gidiyorsun demek dört oğlum var” diyormuş güzel Sevcan’a.
Erkek gibi kız yani...
Hayırlı olsun Sevcan.
Rumen Elena’nın siyaset tutkusu
Adı Elena, soyadı Basescu. Romanya Cumhurbaşkanı Traian Basescu’nun kızı. Babasının lideri olduğu Merkezci Demokratik Parti’de bir yıl önce gençlik kolları başkanlığına seçildi. Ayrıca, AB parlamentosundaki Rumen milletvekillerine danışmanlık da yapıyor. Önümüzdeki AB parlamentosu seçimlerine aday olursa bence kesin seçilir. Yaşı 26.
Elena, Avrupa Halkçı Partisi Gençlik Kolları toplantısı nedeniyle geçenlerde Atina’ya geldi ve kendisini görenlerin ağızlarının bir karış açık kalmasına sebep olduktan sonra ülkesine döndü.
Siyasete aşık Elena, ha bir de kötü dillere bakılırsa, babasına rakip Sosyalist Çalışma Partisi’nin üst düzey bir yetkilisine aşık.
Özel hayatı bizi ilgilendirmez tabii. Bizi ilgilendiren, Elena Basescu’nun, hem Romanya hem de AB siyasetinde ne yapacağı, ne gibi yenilikçi düşünceleri olduğu filan..
“Siyaset benim için vazgeçilmez bir tutku. Ülkemin gençlerine yardım etmek istiyorum. Gençlerin daha kaliteli eğitim görmeleri, gelecekleri için daha iyi şartlar oluşması ve siyasetle daha fazla ilgilenmeleri için çalışacağım. Bana güvenenleri düş kırıklığına uğratmamak için elimden geleni yapacağım” diyor.
Bravo Elena..
Romanya Merkezci Demokratik Partisi’nin gençlik kolları başkanı siyasette yeni. Daha önce mankendi. Defilelerin yanı sıra, Maserati marka otomobillerin reklamlarında yer aldı. Güzelliğin siyaset yapmak için pasaport teşkil etmediği görüşünde...
Halkçı Parti kongresi onun ilk Yunanistan seyahati değilmiş. Mikonos, Santorini, Rodos ve Girit’te tatil yapmış daha önce ama bu da özel yaşantısıdır yine bizi ilgilendirmez.
Yandaki fotoğrafa bir göz atın.
Bence Romanya da, AB de, hatta Birleşmiş Milletler de Elena’nın sesine kulak vermeli.
Dünyamızın böylesi genç siyasetçilere çok ihtiyacı var.
Kriz medyayı vurdu
Ekonomik kriz Yunan medyasını hayli etkilemiş görünüyor. Hafta içi 2007 yılında toplam 113 milyon adet satan Yunan gazeteleri, 2008 yılında yüzde 15’lik düşüşle 106 milyon adet satabildi. Pazar günü satışları ise bir yıl içinde yüzde 17 gerileyerek 60 milyondan, 50 milyon adede düştü.
Belli başlı tüm gazetelerin satışları azalırken 2008 içinde bir tek, baştan sona magazin haberli “Espresso” satışını 555 bin adet artırdı.
Gazetelerin ortalama günlük satışları geçen hafta 275 bin, pazar günü ise 1 milyon 70 bindi.
Gazetelerin reklam gelirlerinde de yüzde 22’lik bir azalma söz konusu. Hafta içi 1-1.30 Euro’ya, hafta sonları da kitap, DVD, CD promosyonları yüzünden 3-4 Euro’ya satılan gazetelerin 2009 yılında hem tiraj hem de reklam geliri açısından 2008’i bile çok arayacakları söyleniyor.
Televizyonlara gelince. Reklam geliri 2009 Ocak’ında bir yıl öncesine kıyasla yüzde 12.4 azaldı. Bu arada, dergilerin yüzde 9, radyoların da yüzde 22 oranında reklam gelirlerinde azalma görüldü. Yayımcılar kötü gidişata çare arıyor, gazeteciler ise tabii işlerini kaybetme korkusu içinde.
ÖZÜR
Geçen haftaki yazılardan birinde meslekle ilgili ahkam keserken, Atina’da karşımda baklava tadan hatta birlikte fotoğraf çektirdiğim şahsiyetin kim olduğunu bilemedim, karıştırdım. “İş kazası”, biraz da gurbette yaşamanın handikapı. İyi bir ders oldu. Devlet Bakanı Sayın Nazım Ekren’den, gazetemden ve siz okurlarımdan özür dilerim.
Yazının Devamını Oku