Polis sevmeyen millet, şiddet olaylarına da müsamaha ile baktı

Meslek hayatımda, önemli bir olayı olabildiğince objektif aktarabilmek için iki söz her zaman kulağıma küpedir.

İlkini kimin söylediğini bilmiyorum, ikincisi bir Fransız deyişi: Önce dumanın dağılmasını bekleyeceksin ve sokağa pencereden değil balkondan bakacaksın. Ayrıca, ne zaman "ilk defa bu tip bir haberle karşılaşıyorum" diye kendimi mazeretlendirsem, rahmetli hocam Ahmet Uran Baran’ın sözlerini duyar gibi olurum: "Meslekte ve genelde hayatta bazı şeyler sadece bir defa olur."

Geçen cumartesi gecesi, Atina’da bir polis memurunun (Epaminondan Korkoneas) tabancasından çıkan merminin, direkt ya da sekerek (balistik raporu bu satırlar yazıldığında açıklanmamıştı) 16 yaşındaki bir gencin (Aleksis Grigoropulos) hayatına malolmasından sonra kaç saat televizyon izledim, kaç saat radyo dinledim, kaç gazete sayfası okudum, kaç defa başkentteki çatışmaların merkezinde dolaştım hatırlamıyorum.

Perşembe sabahı şimdi. Sokağa balkondan bakmaya çalışıyorum ama duman o kadar çok ki göz gözü görmüyor.

"Ayaklanmaya" başlangıç noktası açısından yaklaşırsak, hem 2001 yılında Cenova’da, hem 2005 yılında Paris’te yaşananlarla benzerlik taşıyor.

Hatırlayalım...

20 Temmuz 2001’de G-8 zirvesinin gerçekleştirildiği Cenova’da onbinlerce insan küreselleşme karşıtı gösteri yaparken 23 yaşındaki Carlo Guliani’nin bir jandarma kurşunu ile ölmesi üzerine çıkan olaylarda 425 kişi yaralandı, yüzlerce araç ve dükkan ateşe verildi.

27 Ekim 2005’de Paris’te başlayan ve yaklaşık 10 gün süren olaylar "varoşların isyanı", "itilmişlerin başkaldırışı", "göçmenlerin ayaklanması" olarak anlatıldı. 15 yaşında bir Malili ile 17 yaşında Tunuslu bir genç, Paris yakınlarında bir semtte, kendilerini polisin izlediğini sanıp kaçarken gizlendikleri trafo merkezinde elektrik akımına kapılarak öldü. Binlere araba, ev, dükkan tahrip edildi.

Bunun ötesinde, Cenova ve Paris olayları ile Yunanistan’da yaşananlar arasında şu an itibariyle başka önemli bir benzerlik göremiyorum.

Bu diyarda, bazı yorumcuların, bazı siyasetçilerin ve birkaç yıl burada kalıp her şeyi bildiklerini zanneden bazı batılı meslektaşlarımın "halk ayaklanması", "ekonomik ve sosyal baskıya başkaldırma" gibi yaklaşımlarına katılmıyorum. Gerçekçi bulmuyorum.

2007 Ağustos’unda Yunanistan’ın Mora Yarımadası’nın üçte biri yandı, en az 63 kişi hayatını kaybetti. Devletin acizliği, yetersizliği en çıplak haliyle görüldü. Ancak, bir ay sonra 2007 Eylül’ünde yapılan seçimleri yine Karamanlis kazandı. Seçim sonrası geçen 15 ayda iki büyük skandal yaşandı ülkede. İlki Karamanlis’in yakın arkadaşı Kültür Bakanlığı Genel Sekreteri’nin kendisine şantaj yapan metresi yüzünden intihar etmesi, ikincisi de keşişler diyarı Aynoroz’daki bir manastırın devletle yaptığı takaslardan büyük servet edinmesi. Özellikle manastır skandalı Karamanlis’e pahalıya patladı. Şiddet olayları patlamadan önce Karamanlis anketlerde, rakibi Yorgos Papandreu’nun zaten 5 puan gerisindeydi. Dolayısıyla "hükümeti devirmeyi amaçlayan provokasyon" iddiası da inandırıcı gelemez.

Bu ülkenin ekonomisi turizme, gemi taşımacılığına ve üyesi olduğu AB’dan gelen paralara dayanır. Sanayisi filan yoktur. Dolayısıyla da dünyayı sarsan ekonomik kriz nedeniyle Yunanistan’da öyle yer yerinden oynadı denemez.

Demek istediğim halkın sokağa dökülmesi için uykularını kaçıran "acil" bir neden yoktu.

O halde?

O halde taşları yerine koyabilmek için biraz daha derine inmek gerekiyor.

ÇOCUKLAR OYUN OYNUYOR OLAMAZ MI

İzlediğim görüntülerde, binlerce çocuk ve genç gördüm. Yaşları 14-15, hadi bilemediniz 20. Her yıl "kaliteli eğitim" sloganıyla, ders sınıflarını beğenmeyen, tuvaletleri kirli, öğretmenlerini yetersiz bulan ve okullarını haftalarca işgal eden öğrenciler bunların çoğu.

Sonra, yüzlerini kukuletalarla gizleyen 500, hadi bilemediniz 600 anarşist-holigan gördüm. Çocuklar, öğrenciler peşlerinde koşuyordu. Sanki onları taklit ediyorlar gibi geldi bana.

"Çocuklarımız, onlar için hazırladığımız geleceğe isyan ediyorlar", "Yozlaşmış küflenmiş sisteme, siyasetçilere, dalaverelere tepki gösteriyorlar" ya da "Ellerinde gül taşıyorlardı ama polis tahrik etti" gibi değerlendirmeler iyi hoş da, hiç mi "oyun da oynuyorlar" demek gelmiyor akla?

Ekranda 10-11 yaşındaki bir çocuğun polise taş attığını sonra da arkaya dönüp sevincini arkadaşlarıyla paylaştığını gördüm.

Kendilerini "iktidar karşıtları" diye adlandıran, polisin kim olduklarını bildiği, ancak yıllardır kedi-fare oyunu ile yetindiği, ikide bir molotof kokteylleri atan, bankalara, devlet dairelerine küçük çaplı saldırılar gerçekleştiren, haftasonları da stadyumlarda "stres atan" bu anarşist-holiganlara gelince, onlar işlerini yaptılar. Yaklaşık 30 yıldır "aykırıcıların semti" olarak bilinen Eksarhia’da devam eden polis-anarşist hesaplaşmasında büyük bir raundu kazandılar.

Yanılıyor olabilirim ama orta yaş sınıfından pek öyle fazla insan görmedim sokağa dökülmüş.

Orta yaş ve daha büyüklerin çok eskilere, ta Albaylar Cuntası’na (1967-1974), hatta belki daha da öncesine dayanan bir "üniforma antipatisi" vardır. Daha Türkçesi, askeri, polisi sevmez bu millet. Bu diyarın insanlarıyla ne zaman polisi konuşmuşsam, her defasında olumsuz şeyler duydum. Bir polisin uyuşturucu ticareti suçundan yakalanması, bir polisin mafyanın adamı olduğunun ortaya çıkması ya da bir karakolda işkence vakası her zaman tüm polis teşkilatına maledildi.

POLİSE BALKONDAN SAKSI ATILDI

İşte "Polis 16 yaşındaki bir genci öldürdü" haberi duyulur duyulmaz, bu antipati tekrar canlandı. Şiddet olaylarına "müsamaha" ile baktı adeta kamuoyu. 16 yaşındaki gencin ölümüne gösterilen tepki, eğer şiddet olaylarına da gösterilseydi iş bu kadar büyümezdi.

Duyduklarımdan birini aktarayım: "Göstericileri kovalayan polise, insanlar balkonlarından saksılar atıyorlar." Evet polise bir tepki bu... Ancak kapıyı da biraz aralık bırakalım. Polis göstericileri kovalarken göz yaşartıcı gazlar kullanıyor. O gazlar evlerin kapılarından pencerelerinden içeri giriyor herhalde.

Anarşist-holiganlar yakıp yıkıyor. Öğrenciler, gençler arkalarında. Evlerinde oturup olanları televizyonlarından izleyenler de sessiz. Polis ise sanki başka bir filmde oynuyor. İşte ben bu manzarayı gördüm.

Yunanistan, vatandaşları için demokratik bir ülke. İsteyen gösteri yapar, isteyen hakkını arar. Anarşist-holigan olsun olmasın 16 yaşındaki bir gencin polis kurşunu ile hayatını kaybetmesine seyirci kalacak bir toplum değil bu diyarın insanları.

Ne var ki, geçen cumartesi gecesinden sonra yaşananlar da demokrasi ile hiç bağdaşmıyor. Şiddet olayları sırasında duyduğum sloganlardan birini unutmayacağım: "Damarda akan kan intikam istiyor" idi. Bu sloganın anlamı sanırım "bir polisin kellesini isterüz".

Başbakan Karamanlis ile hükümeti, sevk ve idarede yetersiz kaldı. Polis, bir gün anarşislerin üstüne gitti, ertesi gün seyirci kaldı, üçüncü gün başka bir taktik izledi. Hükümete, polise verilebilecek mazeret, olayların bu kadar büyümesini kimsenin beklemediğidir. Bu mazeret yeterli mi bilemiyorum? Olaylar, şiddet dalga dalga yayıldı Yunanistan çapında. Girit, Larisa, Patra, Atina, Selanik ayrımı yapmadan.

Her halükarda, o kaosta can kaybı olmaması büyük şans. Eğer bir insan hayatı daha kaybolsaydı neler olabilirdi düşünemiyorum.

Suyun Öte Yanından’da bu hafta "önemine binaen" tek yazı var. Aklımda kalan bir görüntü ile noktalayalım.

Dükkanlar tahrip edilirken Atina şehir merkezinde göstericiler ya da yağmacılar bir gözlükçü dükkanına giriyorlar. Raflardaki gözlükleri çalmadan tek tek takıp, aynada yakışıyor mu diye bakıyorlar.
Yazarın Tüm Yazıları