6 Şubat 2011
‘Zorba’ filmi ile Yunan halkının sevgilisi olan Anthony Quinn, ölmeden önce eşi Katherine’ya vasiyetini bildirmiş ve Yunanistan’daki haklarını aramasını istemişti. O gündür bugündür Katherine Quinn çalmadık kapı bırakmadı. Bayan Quinn Yunan devletinden 600 bin Euro tazminat istiyor
ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Mısır’daki gelişmeler nedeniyle Ankara’nın yanı sıra Atina’yı da kapsayan ziyaretini ertelemese, Yunan başkentine valizinde muhtemelen ‘Zorba’nın intikamı’ diye yazan bir dosya ile gelecekti.
Takvimler 1960 yılını gösterdiğinde, Rodos Adası’nda başrollerini Anthony Quinn, Gregory Peck, David Niven, Richard Haris, Stanley Baker, İrini Papas gibi dönemin büyük yıldızlarının paylaştığı, adını sinema tarihinde altın harflerle yazdıran bir filmin çekimleri yapılıyordu: Navaron’un Topları.
Ekip, çekim aralarında Şövalyeler Adası olarak da bilinen Rodos’u gezerken, Anthony Quinn tenha bir yerde gördüğü 250 metre uzunluğundaki bir sahile hayran kalır.
Sahili satın almakla ilgilenir. Aynı günlerde dönemin Yunanistan Kraliçesi Frideriki de birbirinden ünlü sanatçılarla tanışmak için Rodos’a gelir. Birileri kulağına fısıldar o da “Gereken yapılsın” der. Böylece Rodos’ta Anthony Quinn Plajı olarak bilinen sahil o zamanki parayla 64 bin drahmi gibi sembolik bir fiyatla ünlü sanatçıya satılır.
Yazar Nikos Kazancakis’in ölümsüz eseri ‘Zorba’yı 1964 yılında beyazperdede canlandırdığında Meksika asıllı Anthony Quinn’i Yunanistan’da sevmeyen yoktur. Yunan halkının gözünde ‘Zorba’ ile bütünleşen Anthony Quinn, 1978’de çevirdiği ve ünlü Yunan armatör Aristotelis Onasis’i canlandırdığı ‘The Grek Tycoon’ filmiyle de gönüllerde imparatorluğunu ilan eder. Herkes onu ‘Yunan’, herkes onu ‘bizden biri’ saymaktadır artık.
Aynı dönemde Rodos’ta yol inşa çalışmaları için Anthony Quinn Plajı’nın istimlak edileceği söylentileri çıkar. Sanatçı Yunan hükümetine bir mektup yazar. Cevap “Külliyen yalan” şeklindedir.
O yine de şüphelenir. Otel inşa ettireceğini söyleyip ünlü bir avukat aracılığıyla dosyaları karıştırmaya başlar. Sonuç kendisi için düş kırıklığıdır: “1960 yılında imzalanan sözleşme Yunan Parlamentosu’ndan geçmediği için geçersizdir.”
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2011
Bir yanda sefalet, diğer yanda bolluk bereket. Kumarhaneler, eğlence hayatı, mafya, rüşvet ve siyasi yozlaşma almış başını gitmiş burada Yabancı bir ülkede üç gün kalıp oranın siyaseti, kültürü, ekonomisi ve sosyal yaşamı hakkında ahkam kesmek elbette mümkün değil. Ama yine de Anavutluk’un başkenti Tiran’da kaldığım üç gündeki izlenimlerim çok çarpıcı. Önce siyasetten başlayayım, 140 sandalyeli parlamentoda kalp doktoru Başbakan Sali Berişa’nın lideri olduğu Demokratik Parti’nin 67, eski manken ve halen Tiran Belediye Başkanı Edi Rama’nın lideri olduğu Sosyalist Parti’nin de 64 milletvekili var.
Berişa, rakibi Edi Rama ile kavga edip Sosyalist Parti’den ayrılan İlir Meta’nın kurduğu ve dört milletvekili olan Sosyalist Entegrasyon Partisi ile koalisyon hükümeti kurdu. Geçenlerde de “İşte rüşvetin kanıtı” dedirten bir video kaydı televizyonda yayınlanınca, Meta başbakanlık yardımcılığından istifa etmek zorunda kaldı.
Koalisyon hükümeti devam ediyor ama parlamentodaki dengeler her an değişebilir. Sosyalist Parti taraftarlarını sokağa dökerek erken seçim istiyor.
Hayatımda Berişa ile Rama kadar birbirlerine bu kadar hakaret ve küfür eden, hatta bu kadar iftira atan başka bir iktidar ve muhalefet liderine rastlamadım. Hırsız, rüşvetçi, katil gibi sözler ağızlarında sakız adeta. Bel altı vuruşlar, özel hayata müdahale de mübah.
KAN DAVASI SANKİ
Berişa yanlıları Rama’yı Tiran Belediye Başkanı sıfatıyla her ihaleden yüzde 20 rüşvet almakla, Rama yanlıları da Berişa’yı oğlu ve kızı başta olmak üzere ailesini ve yakın çevresini zengin etmekle suçluyor. İktidarla muhalefet arasındaki rekabet, siyasetin çok ötesinde adeta bir kan davası.
Siyasette yozlaşma kendini her yerde belli ediyor. Kaç kişiyle konuştuysam devletin en üst kademesinden yeni işe başlamış memura kadar herkesin rüşvete eğimli olduğunu söyledi. Tiran’daki Amerikan Büyükelçisi Alexander Arvizu’yu, “Kimse yozlaşmanın Arnavutluk’ta bir gerçek olduğundan şüphe etmiyor ki” derken duyduğumda ise Tiran’da herhalde bir tek ben şaşırdım.
Gelelim ekonomiye: Gayri safi milli hasıla 12.7 milyar, kişi başına düşen milli gelir de 3 bin küsur dolar diyor resmi rakamlar 3.5 milyon nüfuslu Arnavutluk için. Ne var ki 1.5 milyon nüfuslu başkent Tiran’da gördüklerim gelirin hiç de adaletli dağıtılmadığı.
Yüzölçümü ve nüfusu göz önüne alınarak Tiran’daki kadar Mercedes marka otomobil, bar, restoran, kafe, banka, kumarhane ve bahisçi başka bir Avrupa başkentinde var mı? Hiç sanmıyorum. Şehir merkezinde yeşil bir alan görüyorsunuz; altı boydan boya yine kumarhane. Kumarhaneden çıkan bahisçiye mi giriyor nedir, anlayamadım. Yeraltı dünyası için mafya için tüyler ürperten şeyler duydum. İnsan hayatına birkaç yüz dolar değer biçiliyormuş.
SEFALET DİZ BOYU
Merkezde yeni binalar, oteller, yeni alışveriş merkezleri, bin bir marka ürün satan dükkanlar dikkatimi çekti. Bu madalyonun bir yüzü. Diğer yüzü başkentten yürüyerek sadece 15 dakika mesafede kendini gösteriyor. Berbat evler, berbat yollar. Her şey kaderine terk edilmiş. İnsanların büyük çoğunluğu da işte bu sefalet mahallelerinde yaşıyor. Maaşlar 300 dolar civarında. Etin kilosu 5-7 dolarsa, gecekondunun kirası 250 dolarsa, neye yetsin? Zenginlik ve fakirlik bir arada Tiran’da. Kayıt dışı ekonomi diz boyu. İki yıldır NATO üyesi Arnavutluk. AB yolu çok uzak göründü bana.
ÇİFTLERİ SEVDİM
İnsanlar, Avrupalılara kıyasla nasıl desem daha bakir, daha iyi niyetli, daha sevecen. Buna karşı nezaket, kılık kıyafet, trafik kurlarına saygı Avrupa standartlarında diyemem. Atina’da çiftler yan yana yürür, İstanbul’da el ele, Tiran’da sarılarak birbirlerine. Sevdim bunu. Yemekler eh işte. Şarap da öyle. Rakıysa çok iyi. Gece hayatı beklediğimin kat kat üstü.
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2011
Ekonomik krizdeki Yunanistan umudunu Almanya’dan gelecek savaş tazminatına bağladı. Nazi işgali sırasında ölen 825 bin Yunanlı için istenen rakam 200 milyar Euro Yunanistan’ın borcu 400 milyar Euro’yu aştı. AB ve IMF’nin 110 milyar Euro’luk kredisi sayesinde ülke iflas etmedi ama özellikle 2013 sonrasında ne olacağı belirsiz. Ekonomi uzmanlarının tahminleri, senaryoları ‘kötü ile beter’ arasında değişiyor. İnsanların moralleri acayip bozuk. Bu gidişatı değiştirebilecek en ufak umut medyanın da katkısıyla halkı günlerce peşinden sürüklüyor.
Geçen aylarda Çin ve Arap sermayelerinin Yunanistan’a oluk oluk akacağı konuşuldu ama daha pek bir şey çıkmadı. Son zamanlarda ise Almanya’dan 2. Dünya Savaşı için tazminat istenmesi gündemde.
Almanya ile İtalya arasında Lahey Adalet Divanı’na intikal eden bir anlaşmazlık eğer İtalya’nın lehine sonuçlanırsa, Yunan vatandaşlarına Almanya’dan tazminat isteme kapısının aralanacağı söyleniyor.
Lahey’e götürülen anlaşmazlık şu: Bir A ülkesinin (İtalya) mahkemelerinde bir ülke hakkında (Almanya) verilen bir kararın B ülkenin mahkemeleriyle farklı olması durumunda ne denli uygulanabileceği ve B ülkesinin mahkemelerine başvurulmadan A ülkesinin mahkemelerinin kararlarının geçerliliği.
Adalet Divanı, A ülkesini haklı bulursa binlerce İtalyan vatandaşıyla davalarını birleştiren Atina’ya 150 kilometre mesafedeki Distomo ilçesi sakinlerine savaş tazminatı isteme hakkı doğacak.
Distomo ilçesi sakinleri, Nazi işgali sırasında 228 kişinin öldürüldüğü gerekçesiyle 100 milyon Euro tazminat istiyor. Yunanistan Yüksek Mahkemesi 2000 yılında verdiği kararla Distomoluları haklı buldu. Ancak, Yunan devleti ikili ilişkilerin bozulmaması için Almanya’dan mahkeme kararının uygulanmasını resmen isteyemedi. Distomo sakinlerinin daha sonra Almanya’da Karlsruhe şehri mahkemesine yaptıkları haciz başvurusuysa reddedildi.
DÜNYAYA GELMEYEN 300 BİN BEBEK
Bunun üzerine, İtalya’nın Floransa mahkemesine başvurarak bu şehirdeki Alman devletine ait gayrı menkullerin haczini istedi. İtalya’daki mahkeme Distomo sakinlerinin lehine sonuçlandı. Ancak İtalyan hükümeti de kararı uygulayamadı.
Yunan devleti, başvuru süresinin bitmesine iki gün kala Lahey’de taraf olacağını ilan etti. İtalyanlar ve Distomolular davayı kazanırsa sırada binlerce Yunan vatandaşı var. Yunanistan’da Almanlar’dan istenebilecek tazminat miktarı 150-200 milyar Euro olarak telafuz ediliyor.
Nazi işgalinde Yunan devletinin uğradığı maddi zarar bugün parasıyla 25 milyar Euro olarak hesaplanıyor. Gerisi Almanlardan istenileceği tahmin edilen manevi tazminat. Gayrı resmi rakamlara bakılırsa Nazi işgali yıllarında 825 bin Yunan vatandaşı hayatını kaybetti. Bunlardan, 39 bini kurşuna dizildi, 12 bini serseri kurşunlarından, 70 bini çatışmalar sırasında, 105 bini toplama kamplarında, 600 bin kişi de açlıktan öldü. O dönemdeki şartlar yüzünden dünyaya gelmeyen 300 bin bebeği ekleyip rakamı 1.2 milyona çıkaranlar da var.
Tabii Almanya’nın görüşü çok farklı. 1950’li yılların sonlarında Yunanistan’a 130 milyon mark savaş tazminatı ödediğini ve meselenin kapandığını savunuyor.
Almanların tazminat ödemesi ihtimali çok zayıf da olsa umut yaratıyor işte.
Yazının Devamını Oku 9 Ocak 2011
Kadın köpüklü birayı göğüslerine döküyor. Boşalan şişeyle de mantıklı bir izahı olmayan pozisyonlara giriyor. Bira şişesinin kullanıldığı bu porno film için ülkede kıyamet koptu Mekan: İddialara bakılırsa New York’taki bir Yunan tavernası.
Dekor: Mavi-beyaz masa örtüleri, tahta sandalyeler.
Müzik: Buzuki, sirtaki filan.
Oyuncular: Muhtemelen bir Latin Amerika ülkesinden kıpır kıpır bir kadın ve Kuzey Amerikalı sarı-kızıl buzdolabı bir erkek.
Senaryo: Kadınla erkek Yunan tavernasında yiyorlar içiyorlar. Kadehlerde önce şarap sonra da bira. Beğeniyorlar olsalar gerek ki bira hakkında konuşuyorlar. Kadın bir ara masadaki şişeyi alıyor, önce biraz kendi içiyor, sonra erkeğe içiriyor. Birkaç dakika geçiyor ve neden, nasıl veya bu sahneler dünya kültürüne ne katkıda bulunuyor eleştirileri yine haddim değil, kadın köpüklü birayı göğüslerine döküyor. Boşalan şişeyle de mantıklı bir izahı olmayan pozisyonlara giriyor.
Adını bilmediğim bu porno film, ilk kez 2009’da yayınlandı. Üzerinden iki yıl geçti ve geçenlerde aniden bu porno film için kıyamet koptu. Tepki ne filmin senaryosuna, ne oyuncularına, ne de çalan müziğe. Tepki biraya; evet, biraya... Çünkü esmer, cıvıl cıvıl kadının bir orasına bir burasına dolaştırdığı bira, KEO marka. KEO, Kıbrıs Rum Kesimi’nde üretilen ve 60 yıldır adanın güneyinde en sevilen bira.
Diyeceksiniz ki porno ama biranın reklamı yapılıyor filmde. Tamam da bira fabrikasının baş hissedarı kilise olunca durum değişiyor.
BÖYLE TANINMAK İSTEMEYİZ
Tuhaf gelmesin size, Kıbrıs Rum Kesimi’nde kilise sadece içki üretiminde değil, siyasette hatta futbol sahalarında bile söz sahibidir. 2004 yılında Rumlar’ın Annan çözüm planına “Hayır” demelerinde “Plan, şeytanın işi” diyen kilisesin payı büyüktü. Ufukta pek görülmüyor ama eğer günün birinde başka bir çözüm planı da çıkarsa Rumların “Evet” ya da “Hayır” demesinde kilisenin etkisi yine çok büyük olur bence.
Neyse, konumuza dönelim. Porno filminde Rum birası kullanılması haberi adada kısa sürede yayıldı. Şirketin müdürleri toplanıp defalarca filmi izledi. Sonunda, baş hissedar Rum Kilisesi’nin öfkesinden koltuklarını bile kaybedeceklerini düşünerek hukuki işlemlerin başlatılmasına karar verdiler. Şirketin Satış Müdürü İlias Sozos, “Ürünümüzü tüm dünyaya elbette tanıtmak isteriz ama bu şekilde de değil. Biramızın bir porno filminde kullanılması bizi son derece rahatsız etti” dedi.
Şimdi porno filmin yapımcısı aranıyor. Adamdan, Rum birasının gösterildiği sahneleri çıkarması ya da filmin o bölümlerini Rum birası olmadan yeniden çekmesi istenecek. Olmazsa da son söz mahkemelerin.
Seliniakis furdi furdi furuldi
Girit’in Hanya şehrine bağlı Apokoronu köyünde yaşayan Muzurakis ile Dikonimakis aileleri arasındaki ‘venteta’ yani kan davası 1994’te “Tarlanın orası benim şurası senin” ve “Koyunları orada otlatma şurada otlat” yüzünden başladı.
23 Mayıs 1994’te 53 yaşındaki Fotula Muzurakis tecavüze uğradıktan sonra öldürüldü. Cinayetin failleri olarak yakalanan Mihalis Dikonimakis ve arkadaşı Nikos Polakis müebbet hapse mahkum edildiler. Aynı yıl 13 Aralık’ta Midilli adasında kimliği meçhul bir şahıs Mihalis Dikonimakis’in kardeşi Sifis’i yolda arabasıyla ezip kaçtı. 1995’in 16 Ağustos’unda öldürülen Fotula Muzurakis’in 24 yaşındaki oğlu Kostas da ölü bulundu. 26 yaşındaki Yiannis Muzurakis, annesinin ve kardeşinin öldürülmesinin intikamını hapiste olan Mihalis Dikonimakis’in 54 yaşındaki babası Yiannis’i 10 Kasım 1995’te öldürerek aldı. 23 Eylül 1996’da kimliği meçhul şahıslar Girit’in Rethimno şehri dışında pusu kurup Muzurakis ailesinden kız alan Vangelis Seliniakis’i öldürdü. Vangelis Seliniakis’in adaşı ve amcası da Dikonimakis ailesinden iki kişiyi vurdu.
Amca Seliniakis, Kanada’ya kaçmak isterken Atina havaalanında yakalandı. Müebbet hapis cezasına çaptırıldı. 1998 yılında da cezaevinden firar etti. 1999 Mayıs’ında Atina’nın Peristeri semtinde Dikonimakis ailesinden 33 yaşındaki Kostas’ı yol ortasında üç kurşunla yere serdi.
Geçen 11 yılda Dikonimakis ailesi iki kayıp daha verdi. Polise göre bu cinayetlerin de faili Vangelis Seliniakis idi. Geçen hafta Girit’in Rethimno şehri dışındaki bir köyde silah sesleri duyuldu. En az beş cinayet suçuyla aranan Vangelis Seliniakis polisle girdiği silahlı çatışmada öldü. Kimilerine göre, teslim olmamak için intihar etti.
Yunanistan’ın yakın tarihinde iyisi-kötüsüyle derin iz bırakan eski başbakanlardan Elefterios Venizelos’un, takdime gerek yok yazar Nikos Kazancakis’in ve daha nice Yunan ünlünün memleketi Girit farklı bir diyar. Kan davası geleneği adada hâlâ hüküm sürüyor. Girit’te ruhsatsız silah sayısı binlerle telaffuz ediliyor. Düğünlerde en az beş bin el ateş edilmezse gelinle damadın mutlu olmayacağına inanılıyor.
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2011
Yunanistan’ın eski başbakanı Kostas Simitis artık profesyonel bir şarap üreticisi. Şarabının etiketinde ‘Simitis Bağları’ yazıyor. Diğer eski başbakan Kostas Karamanlis’in siyasetle ilgisi, önemli toplantılarda oy kullanmaktan ibaret. Eşi Natasa ve ikizleriyle birlikte bir o diyar bir bu diyar geziyor Dostlarına Noel ve yılbaşı hediyesi olarak ikişer şişe ‘İlida Gi’ marka şarap gönderdi. Kırmızı, sek. Hani damakla her temasında mutlaka bir şeyler hatırlatan, içki içmeninin bir ucunun alkoliklikse diğer ucunun sosyal yaşam olduğunu kanıtlayan bir lezzet.
Mora (Peloponez) yarımadasının batısında çok sevdiğim Katakolo sahiline bakan tepelerde Karakohori köyünden 50 dönümlük bir bağda yetiştirilen İtalyan refesco üzümlerinden...
Bağ, dedesinden miras kalmış. Yıllarca ilgilenmemiş. Bir şarap imalatçısına kiralamış. 2000’li yılların başlarında dede evini restore etmiş önce, son üç yıldır da bağı ve üzümleriyle bizzat ilgileniyor. İlk mahsulünü de şişeleyip dostlarına hediye etti.
Atina’dan her fırsatını bulduğunda Karakohori’ye kaçıyor. Özellikle de ağustos sonlarında ve pastırma yazında mutlaka üzümleriyle buluşuyor.
Yunanistan’ın 1996-2004 yılları arasındaki Başbakanı Kostas Simitis artık profesyonel bir şarap üreticisi. Şarabının etiketinde ‘Simitis Bağları’ diye yazıyor.
Daha birkaç günlük başbakanken Türkiye ile Kardak krizini (1996) yaşayan, ‘Abdullah Öcalan skandalı’nın ardından Türk-Yunan ilişkilerinin kötü kaderinin değişmesinde ilk adımı atan (1999) , hiç hazır olmamasına rağmen Yunanistan’ı Euro para birimi bölgesine dahil etmeyi başaran (2002) ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB üyesi olmasında (2004) başrolü oynayan Simitis, siyasetten emekliye ayrılmadı ama vaktinin büyük bir bölümünü toprakla, üzümle uğraşarak geçiriyor.
Dış politikada ülkesi adına yaptığı iyi işlerin aksine Simitis, devlet yönetiminde, ekonomide aynı başarıyı gösteremedi. Bugün 410 milyar Euro’luk borcu olan, AB ve IMF’nin yardımı sayesinde iflastan kurtulan, geleceği için de karamsar senaryoların ardı arkası kesilmeyen Yunanistan’da devletin aşırı borçlanması, paraların çarçur edilmesi ve büyük ekonomik skandallar onun başbakanlığı döneminde başladı.
HALKIN VİCDANI HAZIR DEĞİL
2004 yılında Başbakanlığı Simitis’den devralan Kostas Karamanlis ise 2009 yılına kadar durumun iyice berbat olmasına en azından eşsiz katkıda bulundu.
Karamanlis, 15 aydır iktidardan uzak ama çıkıp Yunan halkına tek kelime söylemiş değil. Bu durum da zaten asabı bozuk bu diyar insanını iyice çileden çıkartıyor.
Adamın siyasetle ilgisi, parlamentoya gelip bütçe tasarısı gibi önemli toplantılarda oy kullanmaktan ibaret. Eşi Natasa ve ikizleri ile birlikte bir o diyar bir bu diyar geziyor. Noel’de Almanya’daymış. İddialara bakılırsa, Münih havaalanında valizlerini beklerken 10 kadar Yunan vatandaşı “Sahtekar, tembel” diye bağırmışlar eski Yunan Başbakanı’na. Alman polisinin müdahalesi ile Karamanlis ve eşi havaalanından çabucak uzaklaştırılmış.
Demokrasi affetmeyi bilir?
Ancak, Simitis ve Karamanlis örneklerinde halkın vicdanı henüz onları affetmeye hazır değil.
Yazının Devamını Oku 26 Aralık 2010
Mantık, “Nice senelere, yeni yılın kutlu olsun, tüm hayallerin gerçekleşsin tarzı temennilerin tümü gerçekleşirse sıkıntıdan patlarsın” diyor. Yürekse yeni bir yıl, yeni umutlar, yeni başlangıçlar ve geçmişe ‘delete’ diyor Kısa pantolonumla, Ankara gazozu içip bir tahta parçası üzerinde çakılı çivilerle ‘pitpit’ oynadığım, radyodan ‘Orhan Boran ve Yuki ‘Plakların Maçı’nı kaçırmadığım evvel zaman içinde ilk kez dinlediğim ‘Zager and Evans’ düetinin ‘In The Year 2025’ şarkısının takvim açısından gerçekleşmesine sadece 14 yıl kaldı.
George Orwell’in ‘1984’ ve Arthur Clarke’nin ‘2001’ kehanetlerinin akıbetine bakılırsa ‘In The Year 2025’ de en azından şüpheli-şaibeli.
Gerek Orwell, gerek Clark, büyük bir ihtimalle de Zager ve Evans düeti Semiramis Pekkan’ın şarkısını nereden bilsinler?
“Bana yalan söylediler kaderden bahsetmediler...”
Günler geceler aylar mevsimler geçti ve yılbaşı geldi yine. Yılbaşını şairin bir şiiri için dediği gibi “Hiç beğenmem ama çok severim”.
Mantık “Yılbaşı da ne? Batı’nın 6.5 milyar insanın yaşadığı dünyada yarı nüfusun farklı takvimleri olmasına rağmen biraz ticareti biraz iletişim sayesinde kabul ettirdiği bir gün” diyor.
Olsunnn...
Mantık, ‘Nice senelere, yeni yılın kutlu olsun, tüm hayallerin gerçekleşsin. Ne muradın varsa versin’ tarzı temennilerin tümü gerçekleşirse sıkıntıdan patlarsın diyor.
Olsunnn?
Yürek ise yeni bir yıl, yeni umutlar, yeni başlangıçlar ve geçmişe ‘delete’ diyor.
Yüreği, tat tak atan bir kalbi, mantığa ve zekaya asla değişmeyen biri olarak, yine gözlerimi gökyüzüne çevirip yine onca dilekte bulunacağım.
Bu defa ya dört ya beş 31 Aralık öncesi karşılaştığım, milletini bilmediğim ama mutlaka ecnebi çifte hiç acele etmemek kaydıyla benzer bir gelecek dileyeceğim kendime.
Atina’nın Nişantaşı’sı Kolonaki meydanı hıncahınç doluydu. Günün önemine binaen sadece şampanya ve füme somon servisinin yapıldığı meydan kafelerinden birinde 65 yaşlarında minare yıkılmış ama mihrap sapasağlam misali bir kadın, yanında da 75 yaşlarında bu sözün genellikle kadınlar için söylendiğini yalanlayan bir erkek.
Hiç konuşmuyorlar, turist ya etrafı izliyorlardı.
Onlarla yaşıt seyyar bir gitarcı yaklaştı masalarına. Çifti selamladı. Kadın yerinden kalkıp kulağına bir şeyler fısıldadı. Telleri biraz akort etti gitarcı ve bilmediğim bir İspanyol aşk şarkısını söylemeye başladı.
O ana kadar hiç konuşmayan çiftin birbirine bir bakışı vardı, içim eriyip gitti.
Sanki uzun yıllar yaşadıkları sevinçleri, hüzünleri heyecanları, fırtınaları bir çırpıda anlattılar. Aşk dolu, saygı dolu bakışlar. Konuşmuyorlardı belki ama tam bir temas halindeydiler. Kadın gözleriyle okşuyordu erkeği. O da gözleriyle cevap veriyordu. Şarkının yarısı bittiğinde elleri buluştu sımsıkı, bittiğinde de dudakları.
Aşk beyannameyle manifestoyla ilan edilmez. Hiç beklenmeyen bir anda bir gitarın tellerinden çıkan notalarla, yarısı unutulmuş nakaratlarla ısıtır kalpleri.
Kendime de hepinize de dediğim gibi hiç acele etmemek kaydıyla, hep öyle sevip sevileceğiniz nice 31 Aralık’lar diliyorum.
Fenerbahçeli olmak
Fenerbahçeli olmakla iftihar ettim bir kez daha. Üstelik kazandığımız bir maç için anlık bir duygu değildi. Futbol sahalarından çok öte büyük bir camia, bir değer, bir marka olduğunu kanıtladı Fenerbahçe.
Allah uzun ömür versin, ‘Ordinaryüs’ Lefter Küçükandonyadis önceki perşembe gecesi solunum yetersizliği şikayetiyle Atina’da Evangelismos devlet hastanesine yattı. Cuma günü yoğun bakım servisinin şefi Andonis Sideris’e sorduğumda “Durumu çok ağır” dedi.
Birkaç saat sonra Fenerbahçe’nin dış ilişkiler sorumlusu Turgut Acar ile ilk teması kurduk. Daha o günden beri Atina’ya gelmeyi ve Lefter’i alıp götürmeyi düşünüyordu sarı-lavicertli yönetim.
Doktorların her konsültasyonundan sonra Turgut Acar ile görüştük. Lefter bir gün düzelme gösteriyor, ertesi gün fenalaşıyordu. Doktorlar “Aort damarında yüzde 80 tıkanıklık var. Gerekirse ameliyata alacağız” diyorlardı.
Pazartesi günü asbaşkan Murat Özaydınlı ile kulüp sorumlusu Serkan Acar erkenden Atina’ya geldiler. Doktorlarla görüşmeler, Lefter’in İstanbul’daki doktoruyla temaslar derken öğle saatlerine doğru müjdeyi aldık: “Lefter İstanbul’a götürülüyor”.
Serkan Acar, “İstanbul’a nakli için doktorlardan izin çıktı. Atina’da bir ambülans uçak ayarladık gidiyoruz” diyordu telefonun öbür ucundan.
Ve öyle de oldu.
Dünyanın neresinde bir takım ya da kaç takım eski bir futbolcusu için böyle bir jest yapar?
Lefter’ine, tarihine, ilkelerine, değerlerine ne kadar bağlı olduğunu kanıtladı Fenerbahçe.
Fenerbahçe, Lefter için yaptıklarıyla Atina’da yaşayan ve o efsanevi futbolcuyu ‘sembol’ sayan 100 bin İstanbullu Rum’u da sevindirdi.
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2010
Suyun Öte Yanından 2005 yılında başladığında Atina’yı pehlivan tefrikası gibi anlatmıştım. Hep “gelin buralara, burası hayat dolu” diyordum. Artık diyemiyorum. Tadı tuzu kalmadı çünkü bu şehrin... Perşembe gecesi yağmurlu Atina’nın merkezinde dolaşıyorum. Mesleğim icabı mı ne ilk olarak gazete satan tezgahlara ilişiyor gözüm. Mandallarla iplere asılmış pazar gazetelerini görüyorum. Medya çalışanları cuma ve cumartesi günleri 48 saatlik greve gittiklerinden Pazar gazeteleri Perşembe akşamından çıktı. Haberin güncelliğini, tazeliğini varın siz düşünün. Ekonomik krizden zangır zangır sarsılan, birkaç yıl önce 600 bin olan tirajları 280 bine düşen ve peşpeşe kapanan gazetelerde çalışanlar hiç bu kadar sıkıntı yaşamamıştı.
Noel yakın, yılbaşında güzel bir şey arıyor gözlerim... Belediye çalışanlarının grevi nedeniyle haftalardır toplanmayan tonlarca çöp yığını görüyorum. Kokudan yaklaşmak bile imkansız.
Havadaki garip kokuysa sadece çöpten değil. Çarşamba gecesi Atina’nın şehir merkezi savaş alanına dönmüştü yine. Kendilerini ‘iktidar karşıtları’ olarak tanımlayan 300-400 kadar şehir eşkiyası ve binlerce polis molotof kokteylleri ve türlü türlü gaz bombalarıyla alevlere dumanlara boğdular burayı. Eylemciler parlamentodan ofisine gitmekte olan eski ulaştırma bakanı Kostas Hacidakis’e meydan dayağı çektiler. Korumaları olmasa linç edeceklerdi. Gazeteciler o gün yine grev yaptıklarından Yunan halkı ne radyolardan ne de televizyonlardan öğrenebildi yaşanan bu üzücü olayları.
İlle de güzellik göreceğim diyerek gece turumu uzatıyorum. Nasıl da unutmuşum, pırıl pırıl şehir yahu. Kimi kırmızı, kimi sarı, kimi mor milyonlarca minnacık ampül süslüyor binlerce ağacı. Dükkanların vitrinleri de rengarenk, cezbetmeye çalışıyor her önünden geçeni.
GÖÇMENLER BİLE PİŞMAN
Işıklar, dükkanların vitrinleri tamam da ortalık Noel öncesi için çok tenha. Göz ucuyla dükkanların içine bakıyorum. Bomboş... Her hallerinden sinirli oldukları belli patronlar, ürkek çekingen çalışanlar... Patronlar haklı. Bütün yıl bugünleri beklemişler, üstelik çift maaş da ödeyecekler çalışanlarına ama müşteri ayak basmıyor ki. Çalışanlar da haklı. Böyle bir ortamda yılbaşı sonrası ne olacakları belirsiz. Yeni yasayla işten kovmanın tazminatı artık düşük.
Onlarca Afrikalı, Asyalı göçmen imitasyon şeyler satıyor. Fiyatları 5-10 Euro ama onlar bile şikayetçi piyasanın durgunluğundan.
Omuzlarımı silkiyorum. Soğuk nedeniyle ağzımdan çıkan dumanla oyalanıyorum. Geçen yıl bugünleri düşünüyorum. Ekonomik kriz patlamamıştı henüz ama şehir merkezi polis kaynıyordu. Yine tenhaydı şehir merkezi. Önceki yıl ise Noel’e iki hafta kala 15 yaşındaki Aleksis Grigoropulos’un polis memuru Epaminondas Korkoneas’ın tabancasından çıkan kurşunla hayatını kaybetmesi üzerine başlayan ve günler süren eşi görülmemiş şiddet ve yağmalama olayları nedeniyle ölü şehirdi burası.
Takvimler 1977’yi gösterdiğinde ilk kez ayak bastığım bu diyar çok değil iki yıl öncesine kıyasla ne kadar değişti? Onca güzelim binaların, onca tarihin, onca sinema ve tiyatronun, onca markanın onca ürünlerini satan onca dükkanın, onca kafe ve restoranın bulunduğu Atina şehir merkezi yakın geçmişini geri istiyor ama yok ki duyan...
Tertemiz yollar nasıl oluyor da pislik içinde? Dopdolu dükkanlar nasıl boşaldı? Onca insan nereye gitti? O mutlu insanlar nerede?
Perşembe gecesi Atina şehir turumu salaş bir et lokantasında tamamlıyorum. Ben varım, hadi iki üç masa daha...
‘Suyun Öte Yanından’ 2005 yılında Hürriyet’te başladığında Atina’yı pehlivan tefrikası gibi anlatmıştım. Hep “gelin buralara” mesajı veriyordum. Burası eğlenceli, burası hayat dolu diyordum.
Artık diyemiyorum. Tadı tuzu kalmadı çünkü bu şehrin.
Gönül ister ki tez değişsin herşey.
Yazının Devamını Oku 12 Aralık 2010
Zor iştir simültane tercüme. Hani bir de Türk-Yunan ilişkilerinin çok yönlü, çok karmaşık boyutları gözönüne anılırsa iki dilde anında çeviri daha da zor iştir.
Ege ve Kıbrıs ‘terminolojilerini’ bilip de hakkını vererek simultane tercüme yapanların sayısı iki ülkede bir elin parmaklarını geçmez. Bu nedenle de bu işi üstlenen arkadaşlara ne kadar teşekkür etsek az.
Çok değil, 10 dakikadan sonra dikkat dağılır. Üstelik bir başbakanın, bir bakanın, bir yetkilinin söylediği ve ertesi gün medyada kıyametin kopmasına yol açabilecek bir kelimeyi bile kaçırmayacaksın.
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan geçen nisan ayında 10 bakanla birlikte Atina’yı ziyaret ettiğinde mevkidaşı Yorgo Papandreu ile basın toplantısı bir buçuk saate yakın sürmüştü. Hangi çevirmenin beyni-gücü dayansın?
Meslek hayatımda, birkaç kez bu işi metazori üstlendim, birkaç kez de yanlış algılanmaması için uluorta müdahale ettim. O da daha iyi bildiğimden değil, konuşmacıyı tercümandan çok daha rahat bir konumdan dinleyebildiğim için.
Ancaaaak, simultane tercüme deneyimlerimde iki ‘kara sayfa’ da var. Türkçe söylenenleri Yunancaya doğru çevirmedim ve üstelik bunu utanmadan bilinçli yaptım.
İkisi d, 1980’li yılların sonlarıyla 1990’lı yılların başlarındaydı.
Şarkıcı Emrah gelmişti Atina’ya ve Yunan başkentine göç eden İstanbullu Rumların kurduğu AEK takımının şimdi yerinde yeller esen stadında konser vermişti. Beyaz atlar, beyaz arabalar, oraya buraya koşuşturuyordu Küçük Emrah. Olayı Anadolu Ajansı’nın Atina muhabiri olarak izliyordum. Organizatörler bir de basın toplantısı düzenlemişlerdi. O anda nasıl oldu ne oldu meçhul tercüme işi bana kaldı.
Yazının Devamını Oku