Yonca Tokbaş

Nefes alamıyorum…

3 Mayıs 2011
A-la-mı-yo-rum.

Bu ara böyle.

Belki ayak parmaklarımı kırıp koşamadığım için, belki aylardır şirkette işler çok zorlaştığı, deli gibi yoğun olduğu, ortam kasık ve kasvetli olduğu için, belki hem çocuklar hem biz okul yılı sonuna doğru çok yorgun ve bezgin olduğumuz için, belki sıcakların geç gelmesi için dua ederken erkenden küt diye bastırdığı ve Dubai’de yine kafam bir fırının içindeymişcesine dolaşmak zorunda kaldığım için, belki hesabın asla tutmaması ve yine Mayıs ayının daha başında 5 parasız kaldığım için, belki canım her daim hercai olmak istediği ama kendimi camdan bir kafese hapsedilmiş gibi hissettiğim ve camı kırma cesaretini kendimde şu ara bulamadığım için, belki istediğim müzikleri dinleyecek tam zamanı yaratamadığım için, belki uykumu tam alamadığım için, belki etrafımdaki herkese ve her şeye çözüm yaratma çabasında olup da çözüm yaratamadığım için, belki insanların güzel şeyleri görememe becerileri beni benden aldığı için, belki insanların her şeyi birbirine karıştırmasından yorulduğum için, belki bir teröristin öldürülmesinin dünyaya barış getirmek yerine daha büyük terör hortlatma olasılığı doğurabildiği için, belki insanların oldukları gibi olmak yerine ikiyüzlü olmayı tercih etmelerine anlam vermeye çalışmaktan yorulduğum için, belki artık bazı şeylere hiç şaşıramadığım için, belki hala bazı şeylere çok şaşırabildiğim için...

Belki... belki sırf canımın sıkkın olmasından haz aldığım için...

Neyse ne.

Geçer elbette.

Her daim hava güneşli oldu mu, insana güneşin kıymetini hatırlatmak için bazen yağmur bulutları hınzırca belirir ya...

Onun gibi.

Bir yağar yağmur, bir gürler gökgürültüsü, bir eser yağmur.

Yazının Devamını Oku

Çember...

27 Nisan 2011
İnsan bazen kendini, küçük bir akvaryumdaki yapayalnız japon balığı gibi hissedebiliyor. Dön dolaş aynı yerdesin. Yukarı çıksan uçamaz, dibe dalsan batamaz bir haldesin.

İnsan bazen kendini, görünmez çizgilerle sınırları belirlenmiş bir göz hapishanesinde hissedebiliyor; kıpırdamanın yasak olduğu, nefes almanın suç olduğu, havanın boğazına yapıştığı bir çemberin içerisinde... Dışına çıksan kafana vururlar, çıkmasan kendi kendine boğulursun ya, öyle işte.

İnsan bazen, kendini o çemberin içinde iyi de hissedebiliyor. Etrafındaki, yani çemberin dışında olan biten şeyleri görmek istemediği, umursamadığı, yok saydığı veya ilgilenmek istemeyip bir kedi gibi kıvrılıp çemberinin içine, gözlerini miskince dünyaya yumabildiğinde...

İnsan bazen, kendini kendi merakına kurban edebiliyor. O çemberin içinde kalmayı kabul etmeyip kafayı afacanca dışarı uzatıp “neler oluyor burada?” diye sorarken, birilerinin hoşuna gitmediğinde... merakıyla, aklıyla, öğrenme ihtirası ve medeniyetiyle rahatsızlık verdiğinde...

İnsan bazen, kuş olduğunu, kanatları olduğunu, o kanatların onu uçurabildiğini bile bile, bir çemberin içine hapsedildiğinde, yaşarken ölü gibi hissedebiliyor, kurtulmak için kanat çırpacak cesareti kendinde görmediğinde...

İnsan bazen, elindeki en güçlü silahıyla bile, kendini çok çaresiz, çok çelimsiz, çok kırgın ve kırık hissedebiliyor, gözünün önünde olanlara her ne yaparsa yapsın, müdahele edemeyip gidişatı değiştiremediğinde...

İnsan bazen, kendini berbat hissedebiliyor...

Yazının Devamını Oku

Yedikule Hayvan Barınağı

26 Nisan 2011
Bu hafta bir ara çok daraldım. Çok bunaldım.<br><br>Ama kendime bunalma izni vermedim. Bir kere o izni verdin mi, arkasından daha fazla bunalacak şey geliyor. Kabus gibi.

Ne çok şey yaşanıyor her gün. Ne kadar farklı duygularla savaşıyoruz bir gün içerisinde değil mi? Buna nasıl dayanıyoruz mesela, hiç bilemiyorum. Nasıl bir tempo, nasıl bir düzen ve düzensizlik aklım almıyor. İnanın bazen ne yaptığımı tam bilmeden yapıyorum. Robot gibi. Tak tak tak yapıyorum işte, otomatiğe bağlanmışım sanki, mekanik bir insan olmuşum gibi.

Kalk sabah, çocukları kaldır, kahvaltı et, çocukları okula yolla, işe git, çalış, çalış, çalış, işten çık, eve gel, çocuklarla sohbet, ödev, yemek, banyo, yatırış, hop bilgisayar başına yazılara gömül, yaz, bitir, yolla, yat... kalk sabah, çocukları kaldır, kahvaltı et...

Geçen gün, yolda nasıl gittiğimi hiç hatırlamadan kendimi iş yerimin park yerinde buldum. Ev ve iş arasındaki yolu hiç hatırlamıyorum. Ta park yerine kadar sanki gözüm kapalı gelmişim düşüncelerden. Allah korudu, kaza maza yapmadım. Kafam kazan gibi, kazan. Düşünmekten kısa devre bu ara.

Eminim, sizin de öyle.

Ama sanırım bu sıkıntının arkasında güzel ve düzlüğe çıkma olasılığı olan fikirler var karnımda. Ağrı sızı ondan. Ya da ben böyle yorumlamak istiyorum kendi kendime falımı... Polyannacılık da bir çeşit dengesizlik ya, hayırlısı ?.

Bazen her şeyden çok sıkılıyorum. Kitleniyorum. Siz de sıkılıyor musunuz benim gibi?
En çok neye gıcık oluyorsunuz mesela?

Yazının Devamını Oku

G(ö)REV

20 Nisan 2011
Erik ağacına sırf benim için tırmanıp ta tepesinden düşen dedem doktordu...

Nazilli’deki evinin muayenehane olan kısmından gelen “doktor” kokusu hala burnumda. Kocaman bir röntgen aleti vardı. Dev bir robot gibiydi. Karanlık gözleri vardı. Gıcırdardı. Hala gözümün önünde. Bir sürü cam tüp, bir sürü ilaç, bir sürü acil müdahele aleti, gazlı bezler, pamuklar, steteskop, muayene yatağı, önlüğünü astığı askılık, masasındaki kağıtlar uçuşmasın diye bulundurduğu çok sevdiğim kocaman cam küre, reçetelerini yazdığı antetli kağıtları, dolma kalemi… hepsi tek tek tek hala gözümün önünde. Koltuğunun arkasında duvarda asılı duran çerçeveli diploması da gözümün önünde.
O zamanlar randevu filan yoktu. Hastalanan, derdi olan, canı yanan koşar kapıyı çalardı. Gece, gündüz farketmezdi. Evin bir kısmı küçük tek kişilik bir hastane gibiydi resmen. Ya “Yetiş Doktor!” derlerdi, dedem koşarak çantasını alır giderdi; ya da kucaklarında hastayla gelirlerdi gecenin bir vakti, pijamalarının üzerine doktor önlüğünü geçirir müdahele ederdi.

O kocaman evde, zaman mevhumu hiç yoktu. Gece yarısı, gün ortası, öğleden sonra veya sabahın körü. Muayenehane her daim açıktı. Herkese açıktı. Bazen dünyanın en güzel günü dediğin günde hastaların bağırış çağırışları yüzünden kıyamet kopardı. Bazen de dünyanın en berbat günü derken, bir hastanın doğum sancısı tutmuş haberiyle gülüş ahenk sesler koca evde çınlardı.

Bazen karı koca kavgası yüzünden ağlayarak gelenler olurdu. Dahiliyeci dedem psikolog olmak durumunda kalırdı. Limon ağacının altında dedem onlara hayat dersi verirdi. Sakinleştirir, barıştırır, ellerine birer limon tutuşturur evlerine yollardı. Ben tel kapının ardından onları gizli gizli dinlerdim. Beni yakaladı mı, hop kucağına alır, hafiften kulağımı çeker: “Hastaların özel hayatını dinlemek ayıptır! Olmaz. Sakın kimselere anlatmayasın, doktorluk sırrı onlar...” derdi.

Bazen dedemin bir hastaya teşhis koyması veya tedavi etmesi saatler sürerdi, bazen iki saniye. Kimi zaman hastasının parası olurdu, kimi zaman beş kuruşu olmayan bir fukara olurdu. Dedem bilirdi hepsini. Para konusu asla açılmazdı o zaman. Almazdı.

O zamanlar her şey farklıydı elbette.

***

Hayatta her türlü mesleğin performansının ölçülebilir olduğunu düşünürdüm de, doktorluğun asla.

Yazının Devamını Oku

MerhametSİZ

19 Nisan 2011
Bedri Baykam, Yonca Tokbaş, Hüseyin Cart Curt, Oya Bilmemkim, Lale Zart Zurt, Tekir Kedi, Afacan Köpek, Ali Veli Kırkdokuzelli, Çam Dibi, Zeytin Ağaç, Bodrum Mandalina…

Adı, sanı, unvanı, titri, makamı, işi, gücü, cibiliyeti, cinsiyeti, milleti, cinsi, dini, dili, ırkı, bayrağı, taptığı, tapmadığı, inandığı, inanmadığı her neyse ne, kimse kim!

 

İNSAN mı? İnsan.

Canlı mı?

Canlı.            

Varlık mı?

Varlık.

Yazının Devamını Oku

Bugün bizim için çok önemli

14 Nisan 2011
Kızımız 4 senedir ciddi ciddi dans derslerine gidiyor.

Çocuk dansa meraklı, çok seviyor ve kabiliyeti de var. Yani kendini geliştirme imkanı var gibi görünüyor.

 

Buna bağlı olarak, bale ve jimnastikle takviye ediyoruz elden geldiğince.

 

2 senedir gittiği dans okulunun yıllık gösterisinde de yer alıyor. Gösteri halka açık, burada bayağı da büyük bir olay. Biletler satışa çıktığı gün kapış kapış satılıp bitiyor. Ödümüz patlıyor bize kalmayacak diye, kapıda bekliyoruz almak için. Kızımızı seyretmek için bilet satın almak durumunda kalıyoruz, evet. Çok ilginç bir duygu. Çok heyecanlı bir bekleyiş. Çok feci bir adrenalin. Öyle de küçük ki aslında; ama o sahnede devleşiveriyor bizim gözümüzde.

 

Şov dünyası, anne babalık duyguları...

Yazının Devamını Oku

Eğitimli cahiller

13 Nisan 2011
Eğitimli cahillerden korkuyorum.

Eğitimsiz cahillerden bir şeyler öğreniyorum.

 

Eğitimli bir cahil, eğitimsiz bir cahilden benim kendi tecrübelerime göre çok daha tehlikeli. Biri saf, diğeri planlı. Biri iyi, diğeri kötü niyetli.

 

Eğitimsiz cahilde öğrenme isteği ve merak varsa umut var.

 

Eğitimli cahilin, eğitimli bir cahil olmasının nedeni; merak ve öğrenme isteği eksikliği ile çok bilmişliği. Bir de kibiri yüzünden kendini geliştirmeyi aklına getirmemesi, hata yapabileceğini düşünmemesi.

Yazının Devamını Oku

Adaylar adaylar adaylar…

12 Nisan 2011
Bir yandan bu kadar çok kadın aday olduğu için göbek atasım var; bir yandan da zaten bu çoktan beri böyle olmalıydı, hatta bundan da çok kadın aday olduğu gibi, seçilmiş kadın sayısı da zaten bugünkünden çok daha fazla olmalıydı diye hayıflanasım...

Bir yandan listelerin silkelenmiş ve yenilenmiş olmasından dolayı sevinç duyasım var; bir yandan da yenilerin gerçekten yenilik demek olup olmadığına dair panik atak ve paranoyak endişelerim...

 

Bir yandan hep aynı şeyleri anlatanların anlattıklarından sıkılmışlığım, bıkmışlığım, bunalmışlığım vardı diye bir hafifleme var üzerimde; bir yandan da acaba şimdi de tecrübesizlikten mi muzdarip olacağız diye kırsal bir şüphe...

 

Bir yandan kadın adaylardan acaba kaçı seçilebilecek sırada diye heyecana kapılasım var; diğer yandan adayların seçilemeyecek oldukları yerden aday gösterilmelerine de “İnsanı enayi yerine koymayın, yeter!” diye isyan edesim!

 

Bir yandan, erkek meclisimiz ister çatlasın ister patlasın, meclisteki kadın sayısının artışının artık engelenemeyecek olduğu noktaya geldiği için sevinesim var; bir yandan da “Bu da beni kesmedi, kesmiyor!” diye hemen arsızlık edesim.

Yazının Devamını Oku