Arkası çorap söküğü gibi geldi.
Televizyona kitlendim. Hangi kanalı seyredeceğimi, şoka giren çocuklarıma neyi nasıl anlatacağımı, onları nasıl bilgilendireceğimi şaşırdım. Deprem kelimesini kullanmaya bile korkan ben, çocuklarıma bu konuda hiç bilgi ve eğitim vermemişim. Deprem riski olmayan bir ülkede yaşamak, deprem konusunda bilgisiz olma lüksü vermemeli insana.
Kızımız daha büyük olduğu için daha bilgili sorular sorarken, çok daha bilinçli endişeler edindi. Oğlumuzsa daha küçük olduğundan (diye umuyorum), ve/ya belki de erkek çocuk olduğundan, dalga hızına takıldı kaldı uzun süre. Ama o da çok ama çok ürktü.
(Yalnız akşam yatmadan önce: “Anne artık Japonya’da tepenyaki olmayacak mı?” deyince, sinirlerimi bozdu güldüm ister istemez. Meğer tsunami diyecekmiş, tepenyaki demiş!)
Ekranlarda sürekli tekrarlanan görüntüler yüzünden her iki çocuğumun da anlayamadığı tek ortak şey, depremin çoktan bittiği, tsunaminin gelip geçtiğiydi. Yüz kere sordular: “Hala mı geliyor tsunami?” diye. Televizyonu az seyreden çocuk şoku diye iç geçirdim. Her seferinde, görüntülerin tekrar verildiğini anlattım. Elimden geldiğince deprem anında ilk yapılması gereken şeylere dair bilgi verdim. Ama anladım ki, ben de hala pek bir şey bilmiyorum. Bildiğimi sandığım şeyleri de hatırlamıyorum. Saçmaladım durdum. Bunca yaşanan kötü şey üzerine hala daha bu kadar cahil olduğumu farkedince sinirlerim iyice bozuldu. Gece kabuslar gördüm. Zamanında Rotary öğrenci değişim programı ile yanımızda 1 sene geçirmiş olan Kyo’ya bir e-posta attım. Hala cevap yok. Deprem bölgesinde olmadığını biliyorum; ama yine de merak içindeyim.
İnsan bedeni, hamilelikte dokuz ay boyunca inanılmaz bir değişim yaşıyor. Hamile kalmadan önceki halinizle, sonraki haliniz arasında büyük fark oluyor. Hem bedenen hem ruhen.
O insan gidiyor, başka bir insan geliyor yerine. Deli kuvveti gibi de bir kuvvet çöküyor üzerinize. Ne uykusuzluk, ne yorgunluk görmüyorsunuz. Yeni korkularınız olsa da, korkusuzlaşıyorsunuz. Cesaretiniz artıyor hayata karşı. Yaşama başka türlü bağlanıyorsunuz. Çocuğunuz için, içinizden çıkan bu can için yapmayacağınız şey yok, buna ölmek de dahil.
Doğuma yaklaşınca sancılar öyle inanılmaz oluyor ki, kaçsanız kaçamaz, susayım deseniz susamaz, durayım deseniz duramazsınız. Kemiklerim takırdamıştı sanki içimde. Ter, acı, ağrı, gözyaşı içinde, çığlıklarla ıkına ıkına nefes nefese içinizden can çıkarıyorsunuz. Hayata hayat katıp yeni bir hayata doğru yol alıyorsunuz. O bebek, zar zor açtığı gözlerini, göğsünüzde tekrar yumup, upuzun bir yolculuğa başlıyor. O an siz artık hayatın mucizesisiniz. İnsan bedeninin ne inanılmaz bir derya olduğunu moleküllerinizde hissetmiş halde, gözlerinize çökmüş garip bir huzurla başka bir boyuttasınız.
Normal doğumdan aldığım o muhteşem zevki başka neyden alırım diye çok düşündüm. Hayatımda çektiğim en güzel ağrıydı kasılma ağrısı. Hayatımda döktüğüm en güzel pul pul terlerdi alnımdakiler. Hayatımda akıttığım en değerli göz yaşlarımdı yanağımdan süzülenler. Hayatımda en zevkle aldığım nefeslerdi ıkınırken aldığım nefesler. Hayatımda gördüğüm en güçlü kasılmaydı pelvisimdekiler. Sonra koşmaya başladım işte. Hayatımda ilk defa yeniden kaslarımla başbaşa kaldım. Onları yeniden keşfedip onlara güvenmeyi öğrendim. Uzadıkça mesafeler, kaslarım tatlı tatlı ağrımaya, döktüğüm terler pul pul olmaya başladı. İşin ucuna ADIM ADIM Oluşumu sayesinde bir de amaç eklenip de Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı adına, çocukların eğitimi adına koşmaya başlayınca; gözyaşlarım da giderek daha değerli ve huzurlu oldu finişe her yaklaştığımda. Her attığım adımda sanki içimden bir can çıkacak gibi hissettim. Yolun sonunda çocuklar olduğunu düşündükçe, koşuyla doğumun aslında nasıl da birbirine benzediğine hayret ettim.
Bedenim değişir oldu. Kaslarım güçlenir, üzerime deli kuvveti çöker oldu. Yol uzadıkça sancılar gözümü korkutacağına, dayanıklılığım, cesaretim artar oldu. Adım Adım koşucuları olarak, kimimizin TEGV’deki çocukların hayatına, kimimizin Omuriliği felçli arkadaşlarımıza, kimimizin TOG’lu gençlere, kimimizin de Buğday Derneği sayesinde tohumlara elimizin değdiğini düşündükçe, ruhum zorluk bilmez oldu.
Yaşadığım o iki doğumdan sonra, koştuğum yolun sonunda yine çocuklara, gençlere, engellilere, toprağa ve tohuma varmak... Benim için hayatıma kattığım hayat oldu. 21km’yi 2 saat 33 dakikada bitirdim... Nur topu gibi bir ilk yarı maratonum ve henüz daha kapanmayan bağışlarla şu ana kadar 300 çocuğum oldu. Üstelik hala bağış yapabilirsiniz...
Koşmaya devam.
Runtalya’da koştum, ardından Dubai’ye döndüm. Çocukları da özlemişim çok. Yazmak için oturdum bilgisayar başına. Videoyu montajlamak için başlamıştım zaten erkenden daha uçakta…
Ama sanırım her koşu sonrası bacak sızısından çok gönül sızısı oluyor bende. Duygularım tavan yapıyor. O güzel ve huzurlu dünyadan gerçeklere dönünce birden duvara çarpmış gibi olup çöküyorum diyecekken size, bilgisayarım da çöktü beklenmedik şekilde. Uçakta çalışırken, karardı ve açılmadı. Her şeyim içinde hapis kaldı.
Neyse toplandı. Her şey sil baştan olsa da oldu, oluyor.
O yüzden hemen her şeyi hayal ettiğim gibi anında yetiştiremedim. Ama, yarına, Kelebek ve hürriyet.com.tr de tüm detaylarıyla sizinleyim. Fotoğraflar, videolar.. ne isterseniz var.
Çok çok çok duygusu bol bir olay ve deneyim bu koşarak bağış toplama, insanların hayatına el uzatma olayı. Bazen doğru kelimeleri bulmakta güçlük çekiyorum inanın. Belki kimilerine çok basit geliyor. Belki kimilerine de sıkıcı. Oysa inanın değil. Bu ülkede güzel şeyler de yapıldığını anlatmak nasıl sıkıcı veya basit olabilir ki hem, değil mi? Muhteşem şeyler yaşıyoruz bağış amaçlı koşan, yürüyen bizler. Çok inanılmaz deneyimlere tanıklık ediyoruz. Minicik adımların kocaman mucizelerine tanıklık ediyoruz. Başka türlü bir huzuru tadıyoruz.
Öyle çok isterim ki herkesin ucundan acık bu hisleri tadabilmesini…
Neyse.
Tıkanıyorum yazarken daha.
Keyif almak.
Yaptığım her neyse, keyif almak istedim ilk önce. Gıcık olacak olduğumu düşündüğüm şeyde bile keyifli bir yön bulmaya çabaladım. Gıcık olmaktan keyif aldım. Keyif almadım mı, yapmadım. Keyif almadığım şeyi yaptığım için insanlara vıdı vıdı yapardım... bıraktım. Kötü bir şeymiş. Anladım.
Çok üzüldüğüm zamanlar da bile, hala duygularım olduğu için şükrettim, keyiflendim delice. Hiçbir şeyden keyif alamayan insanları düşünüp daraldım.
O kadar önemli ki bir insanın yaptığı şeyden keyif alabilmesi; yaşadığı şeyden, tattığı yemekten, yürüdüğü yolun kenarındaki ağaçlardan haz duyması. Öyle de zor ki aslında bunu yapabilmek. Keyif manyaklığından bahsetmiyorum bakın. Ya da bazen insanı sinir eden pozitif enerji abartısından. Tad almaktan, tad almayı denemekten bahsetmek istiyorum. Bir şeyi yaparken hırsla değilde, keyifle yapmayı denemekten bahsediyorum, sakince, huzur içinde.
Vefat ettiği andan beri yazılanları okuyup hakkında söylenenleri dinliyorum. Ben her ne kadar hiçbir zaman hiçbir görüşü ile bağdaşmasam da, iktidara geldiklerinde hayatımın en büyük endişesini yaşamış, kabullenememiş, o yıllara has kontrolsüz ve işe yaramaz bir sinirle bu konuda çok kavga etmiş ve hala da hiç ikna olamamış olsam da –kabul etmek gerekir ki- Türk siyasetinin unutulamayacak, tarihi kişiliklerinden biridir.
Eşini, eşi ile nasıl tanıştıklarını, hikayelerini, onları zamanında Ankara’dan tanıyan rahmetli teyzemden dinlerdim masal gibi. Teyzem hep hayretle anlatırdı, Erbakan’a vardıktan sonra güzelim mini etekli kadının uğradığı değişimi. Kabullenemezdi, içine sindiremezdi.
Bunlar işin magazinel ve di-li geçmiş kısmı oldu tabi.
Şu ara en çok tekrar edilen, “28 Şubat, demokrasimiz adına talihsizliktir...” cümlesi. Evet öyle. Ama gelin görün ki, bizim demokrasimiz talihsizliklerden doğan talihler üzerine inşaa edilerek yürümektedir, öyle değil mi? Bizde ona göre demokrasi, buna göre demokrasi söz konusu olduğu için ve de asla Avrupai demokratik olamadığımız, hep oryantal demokratlar olarak kıvırtıp durduğumuz için, bu tartışma konusu bence her daim görecelidir, göreceli de kalacaktır. O yüzden işin bu kısmını da uzatasım yok.
Çocuklarımın binlerce eğitim kardeşi olsun istiyorum. Ailemi büyüttüğümü hayal ediyorum. İşte bu yüzden, koskocaman bir tır için yola çıktım. 6 Mart’da Antalya’da, Öger Runtalya Maratonu’nda ADIM ADIM Oluşumu sayesinde gönüllü koşucusu olduğum TEGV’in Ateşböceği Projesi adına, bir TIRDAN OKUL yapmak amacıyla hayatımda ilk defa 21km koşacağım.
TAM 21km evet! Bu benim ilk yarı maratonum. Evel Allah, 2.5 saatte bitirmeyi umuyorum. Kaç saatte bitirdiğimin bir önemi yok. Önemli olan, kaç çocuğun hayatına katkıda bulunacağım...
Hayatımda hiçbir işi bu kadar ciddiye almadım. Uğrunda bu kadar azimle, disiplinle çalışmadım... Bu olay bana ne öğretti biliyor musunuz? Kendime ve bedenime güvenmeyi.
İnsan ülkesinin geleceği için bir şeyler yapmayı hep çok istiyor. Ama hani uğrunda savaşmak gibi, uğrunda asfalt tepmek de çok ilginç bir duygu ve deneyim. Geçen sene Runtalya’da bana: “Sen de seneye 21km koşarsın Yonca!” dediğinde ADIM ADIM’dan arkadaşım Şener, gülmüştüm. Oysa şuna bakın, 1 sene geçmiş bile. Ve eğer istersen ve çalışırsan her şey olabiliyormuş. Yeter ki sadece yapmayı iste bir de dene!
Elimizden gelmeyen yok aslında, inanılmaz güçlüyüz. Sokaklardan, uyuşturucudan, dayaktan, ilgisizlikten, sevgisizlikten, cehalletten kurtarılmaya ihtiyacı olan; buna hazır yüzbinlerce harika çocuğumuz var. Sadece kendi çocuklarımızı adam edince iş bitmiyor! Onları nasıl bir ortama, kimlerle beraber saldığımız da önemli değil mi?
Bunda Dr. Nurhayat Gül’le beraber hayatımda ilk defa sağlıklı beslenmeye başlamamın büyük etkisi de var. Hayatımda hiç böyle beslenmedim ben. Herkes bana sağlıklı yemek yediğimi söylerdi, meğer ben eksik besleniyormuşum. Canım sürekli çikolata çekiyor dediğimde, aslında bedenim bana bas bas “Meyve yesene be kadın!” diyormuş. Yaklaşık 2 aydır hayatım tamamiyle değişti onun sayesinde.
Hiç bilmediğim şeyler öğrendim. Bu tempoya, bu uykusuzluğa, 2 işe, 2 çocuğa, ve onlarca kilometre koşuya rağmen bence oldukça iyiyim. Bir de çocukların okuldan kapıp getirdikleri bakteriler olmasa, daha iyi olacak ama.. o imkansız işte!
Karar verdim, hayatım boyunca laga luga yemek yerine adam gibi besleneceğim işte. Çocuklara da örnek oluyorum böylece.
Nurhayat gribime de el attı. Dünden beri içmediğim çeşit meyve suyu kalmadı. Zencefil, bal, bol yeşil gıda, fındık fıstık vesaire derken sanırım bedenim şu anda güçlü bir besin ve C vitamini bombası. Nasıl iyi geldi anlatamam. Uyuşukluk hissi gider oldu, bu kadar kısa sürede hem de.
Ne kadın kocasının ne ara onu bu kadar aldattığını anlar, ne de adam ne ara her şeyi bu kadar batırdığını... İş işten geçtikten sonra, vardır diplerde bir yerlerde bir takım pişmanlıklar ama; kimse içindeki duyguları mertçe dışa vuramaz. Utanır. Sıkılır. En iyisi öyle değilmiş gibi yapmaktır.
Öyle bir geçer zaman ki...
Kocaman bir aile dağılır.
Kadın çocuklarıyla beraber -kendi güvendiği, hayat arkadaşı, kocası, çocuklarının babası tarafından- aç biilaç sokakta bırakılır. Çocuklar perişan, anne perişan. İş yok. Ev var sözüm ona, pencere-kapı yok.