Öyle tepem atıyor ki bu düzenli-planlı-programlı-kurgulanmış tezgahlı-profesyonel kaset ve tehdit olaylarına...
Öyle inanamıyorum ki insanların özel hayatlarının böyle özenle delik deşik edilebilmesine...
Öyle düşük, öyle ucuz buluyorum ki bu imha çabasını ve hallerini...
İnsanların kendi özel hayatlarıyla düşürüldükleri durumlar yüzünden haksızca istifa filan etmek zorunda kalmalarına öyle feci tepki duyuyor ki bünyem…
Öyle ikiyüzlü buluyorum ki bu hepimizin “Meraklı Melahat” hallerini...
“Hem istemem, hem ayıplarım, hem izlerim, hem yaparım, oh hepsi yan cebime!” fiillerimizi öyle dert ediniyorum ki...
Dün gece oturdum çok geç olmadan, benden önce birileri kalkışmadan...
Kendi kasetimi kendim yaptım.
Onu 11 yıl önce bugün, 19 Mayıs 2000’in son dakikalarında kucağıma aldım.
Saat 23:35' de. İzmir' de.
Bekle bekle kızım gelmeyince, suni sancıyla yaptığım normal doğum sonucunda, kızımı kollarıma alıp hayata onunla birlikte, bir kere daha, sımsıkı sarıldığımda ikimiz de çok küçükmüşüz. 41 hafta 3 gün karnımda taşıdığım küçük cennetime sağlıkla kavuştuğum için, kendimi şanslı saydım. Doktorum Atilla Erler'e hayatımın en minnet dolu bakışını attım. Sancılar içinde ıkınırken; hem güldüm, hem ağladım.
Kızım 11 yaşına girdi bugün.
Breton demeliyim aslında. Fransa’nın kuzeyindeki o yarımadadan çünkü. Ve bu onun için, yani tüm Bretonlar için, çok önemli bir detay.
Ben onu bizim Lazlara benzetiyorum çoğu zaman. İnanılmaz komik halleri var. Olağanüstü esprileri var. Hem güldürür, hem düşündürür. İnanılmaz zeki, hazırcevap bir insandır.
“Ben Sarkozy’i seviyorum!” dediğim anda delirir. Bayılıyorum bu konuda onu sinir etmeye. O da beni bizimle ilgili yorumlar yaparak hayli sinir ediyor tabi. Gerçi bizimle ilgili kafasındaki bir çok yalan yanlış önyargı yerle bir oldu benim yüzümden. Ayarı kaçtı adamın. İyi de oldu.
Öyle büyük bir heyecanla bekliyordu ki DSK’nın Sarkozy’i tarihe gömmesini, olanlar karşısında inanılmaz yıkıldı. Doğal olarak bu olayla yatıp bu olayla kalkıyor.
Bence uzun zamandır bu kadar tarihi bir karar alınmamıştı bir mahkemede. Çünkü bu dava ve alınan karar, bundan böyle örnek teşkil edecek.
Emsal olacak!
Hemen o an yazmak istedim. Ama yoğun gündemin içinde kaybolup gidebileceğini, herkesin aynı anda yüklenmesi ihtimali karşısında da sıradanlaşacağını düşündüğümden, bekledim.
Ayşe Paşalı davası geçen hafta sonuçlandı.
Ölürdüm o kasetleri alabilmek için. Haftalarca para biriktirirdim. Self Control ve Hotel California’nın aynı kasette bulunduğu bir tane yapmışlardı hele, 90 dakikalık, size anlatamam nasıl sabırla bekledim alabilmek için. O kaseti aldığımda odamdan çıkamadım saatlerce. Sabaha kadar al başa dinle, sar yeni baştan en başa dinle derken kulaklarım acımıştı teybin hoparlörlerine yapıştırmaktan.
Eskiden kaset deyince aklıma, Sinead O’Connor’un Nothing Comapares 2U şarkısını önlü arkalı çektiğim 90’lık kaset aklıma gelirdi. Ne manyaklık! Başa almak zorunda kalmadan saatlerce dinleyebilmek ve ergenliğime yakışan şekilde fenalık geçirene kadar ağlamak için yapmıştım o kaseti.
Eskiden kaset deyince aklıma, walkman’ime taktığım, pili zayıfladı mı yavaş çalmaya başlayan, öyle olunca beni kahkahalara boğan kasetlerim gelirdi. Hatta walkman’in pili bitmesin diye kaseti çıkarıp kurşun kalemle vıjı vıjı vıjı başa sardığım günlerim gelirdi...
Eskiden kaset deyince aklıma, okul kütüphanesinden alıp dinlediğim Fransızca “chanson”lar gelirdi. Bir yandan Edith Piaf dinler, onun gibi “r” leri gırtlaktan çıkartmak için taklit ederdim.
Ne zaman derin bir “oh!”, ne zaman derin bir “ah!” çekeceğin hiç öngörülemiyor.
Dün, 2 hafta sonra ilk defa, pilates yaparken kaç kere gözlerim doldu bilmiyorum. Öyle duygusalım ki bu ara... Uzanıp oramı buramı germeye, esnetmeye çalışırken aslında ruhumun gerginliklerini esnetiyorum gibi geldi.
Boynumu bükmüşüm mesela bu ara. Onu kaldırdım. Başım döndü azıcık.
Göğüs kafesimi de içime doğru kapamışım sanki. Dik durup esnetince bir sağa bir sola, göğsümün arasındaki en kılcal damarlara nefesim değdi. Havalandım. İyi geldi.
Verilmiş haklarını kullandıkları için. Fikirlerine, şehirlerine, doğru olana arka çıkmaktan korkmadıkları, sessiz kalmadıkları, susmadıkları için.
Asla “Bir zamanlar İzmir...” diyemeyeceğimiz için. Her zaman “İzmir farkı...” diyebileceğimiz için.
Tutarlı oldukları için. Ne istediklerini, neye sahip çıktıklarını bildikleri için.
Haksızlık yapıldığında bile, hak yemedikleri için. Yiğidi öldürüp hakkını verdikleri için.
İçime su serptikleri için.
Çok darda kaldığımda, bunaldığımda, çıkmaz fikirlere daldığımda, sokakta kalmışım gibi hissettiğimde “Gidecek yerim var...” dedirttikleri için.
Hiç konuşmadan anlaşıp anlaşmadan sözleşmeden aynı yerde aynı saatte buluşabildikleri için.
Birlik olabildikleri için.
Mesela ben...
Yazarlıktan bahsetmiyorum bakın, maaşlı kadrolu vesaire olduğum gündelik işimden bahsediyorum. İşimi çok sevdiğimi söyleyemem. Girdik bir kere, çalışıyoruz işte çok şükür. Yalnız lütfen hemen kalkıp top tüfek “Nankör” diye bana bağırıp çağırmaya başlamayın. Nankörlük yapmaya çalışmıyor, bir şeyi anlamaya anlatmaya çalışıyorum.
İşte ne bileyim, bu devirde sağlam bir işim var, konumum iyi, maaşım düzenli yatar, ortam şu son zamanları saymazsam, genelde gayet renkli ve iyidir, sağlamdır diyerek seviyor olmalı gibiyim. Daha da doğrusu, biliyorum işime laf edecek lüksüm yok. Hem sevmesem kaç yazar ki? İşimi sevmemi kimse beklemiyor. İşimi doğru ve iyi yapayım yeter, bunun bilincindeyim, şeklindeyim.
De insan sevmediği işi ne kadar iyi yapabiliyordur ki?
İnsan sevdiği işi bile bazen yeterince iyi yapamıyor.