Bir babayı işten “çıkardık” desem diyemiyorum, “attık” hiç diyemiyorum, “işine son verdik” de diyemiyorum.
Dilim hiçbirine varmıyor.
Hiçbir fiili daha az can yakıcı, daha az rencide edici bulmuyorum.
O yüzden bu yazıyı çok, çok zor yazıyorum.
Çok sinirli!
Kimse kötü haber okumak istemiyor.
İyi de,
Hakikaten çocukları meleklerin kollayıp koruduğuna giderek daha fazla inanıyor.
Ne mi oldu yine?
Derin bir nefes alıp anlatıyorum,
Belki rahatlarım bu bahaneyle...
12 Kasım 08 tarihli yazınızı okuduğumda, hayatta en çok kavgasını verdiğim konuya değindiğiniz için mutlu oldum.
Ben Güneydoğu Anadolu Bölgesinde doğup büyümüş bir kadınım.
Şanlıurfalıyım.
Erkeklerin karşısında dik durmak kolay değildir buralarda.
Esas erkekleri kontrol etmek, dizginlemek ve düzene sokmak lazım değil mi sizce?
(Şu halimize bak! Yazdığım yazının zavallılığına kendim bile inanamıyorum; ama yazıyorum...)
Böylece erkekleri şikayet edebileceğimiz bir “soruMlu” olsun mesela.
“Erkeklerden Sorumlu Bakanın” iş tanımı ve özelliklerinden bazıları şöyle olsun:
Rüzgar gibi esip aslan gibi kükremek de kolay.
Çamur atmak da, saldırmak da, ihbar etmek de...
Benim üzüldüğüm ne biliyor musunuz?
Bu sapık adam, taciz ve tecavüz konusu ilk ve tek değil ki...
Değerlerimi,
Benim bildiğim, okuduğum, öğrendiğim haliyle Atatürk ve ilkelerini...
Fransız okulunda okuyan bir Türk çocuğu olarak, kendimi ve bizi, ilk önce okuduğum okulda savunmak zorunda kaldım.
Yabancıların kimisi bizi bizden çok iyi bilir ve severdi; kimisi ne tanırdı, ne bilirdi, ne de tanımak isterdi, sadece önyargılarıyla yermeyi tercih ederdi.
Biz sapıklığı cehalete bağladık, dağlarda sandık.
Kendimize uzak gördük.
Hatta görmedik, yok saydık ve sustuk.
Utandık.
Biz utandık!
Sapıkların utanmasını sağlayacakken, bizler boynumuzu büküp sırlarımızı içimize attık.
Oysa sapıklar dağda değil, dibimizdeydi, ailemizdeydi, mahallemizdeydi.