Düşündükçe: “Ne kadındı ama!” diyorum. Gözleriyle konuşurdu. Attığı bakışı anlamayan, hapı yutardı. Az lafla çok iş yapardı. Hiç oturmazdı. Hiç boş durmazdı. Tembelliğe dayanamazdı. Müsrifliğe çok kızardı.
Yıllar önce 93 yaşında aramızdan ayrıldı; ama bakışları gözümün ucunda kaldı. Anneannem hem komik, hem de çok akıllı bir kadındı. Okuma yazmayı 65 yaşında, sırf kafasına koyduğu için, kendi kendine öğrenecek kadar azimliydi. Ne istediğini çok iyi bilirdi. Okumayı öğrenir öğrenmez ilk iş gazete okumaya başlamış, son nefesine kadar da gazeteyi elinden bırakmamıştı. İnanılmaz bir inadı, olağanüstü anıları ve roman gibi bir hayatı vardı. Bugün hayatta olsa kesin, “ınat ettim, taşı deldim!” adında bir kitap yazardı. Bizi, yani kardeşimle beni, o büyüttü. Anneannem aklıma düşünce gözümün önüne hemen o tatlı/sert kül grisi bakışları, tülbent beyazı baş örtüsü ve artık dizlerinden dolayı eğilemediğinden, sandalyede oturarak namaz kılışı gelir. Zaten namazı yerde kıldığı zamanlarda, ben pür dikkat o kritik anı kollar, her yere eğilişinde güm diye sırtına atlar “Deeeeyh dıgıdık dıgıdık” derdim. Anneannem çıldırıp beni tek hamlede sırtından atar, ben de bizim evin kıble yönünde bulunan karşı duvarına toslardım. Anneannem bir hışım fırlayıp “Tövbeler olsun, bak günaha sokuyor sıpa beni” derdi. Bense duvara toslamış olan kafamın acıyor olmasına rağmen çok gülerdim. Anneannem de benimle gülerdi. Namazı bırakıp “Kazasını kılarım” der, başımı ovar, “Acıdı mı başın?” diye sorarken dolaptan buz getirirdi. Bana bildiğim tüm duaları anneannem öğretti. Çünkü bu bir aile geleneğiydi. Öyle olunca da, yani din “zorunlu ders” olmayınca; çok eğlenceli, korku yerine sevgi üzerine kurulu, günahlar yerine sevapların örnek teşkil ettiği, “gönülden seçmeli” bir ders gibiydi. O yüzden bana hiç zor gelmezdi. Tıpkı okuldaki zorunlu ve seçmeli dersler hakkında hissettiklerim gibi. Ben bazı zorunlu derslerde çok zorlandım. Seçmeli derslerimden de çok keyif aldım. Zorunlu derslerde ya hep kopya çekmek istedim ya da bir türlü tam öğrenemedim. “Zorunlu seçmeli” diye adlandıran derslere ise kıl oldum. “Madem seçmeli neden zorunlu, zorunluysa seçmeli ne alaka, bu bayağı dayatma!” dedim, zor geçtim. Seçmelilerimi hâlâ hatırlarım; çünkü onları ben isteyerek seçtim. Neyse... Anneannem hayattayken din bu şekilde bir gündem maddesi de değildi. Herkesin uluorta altından girip üstünden çıktığı, kendine göre sağa sola çektiği bir mesele hele, hiç değildi. Dinimiz mahremimizdi. Evimizin sınırlarının içinde idi. Ailemizindi. Kişiye özeldi. Hele hele politikanın dini hiç değildi. Sonra bu değişti. Dinle insan ilişkisi bir aşk ilişkisinden çok, korku ilişkisine benzetildi. Bizi kim ne niyetle bu yöne itti, iletişimimiz mi geriledi, sevgi ve aşkın yerini nefret ve korku mu aldı; bu soruların kesin ve doğru cevaplarını bilmiyorum. Ama bugünümüze baktığımda, anneanmemden bana yadigar görüntülerden eser kalmadığını biliyorum. ıç çekip üzülüyorum. Anneannemi çok özlüyorum. Herkese şepşeker bir bayram diliyorum. Yonca “KAZAzede”* * Bu yazım az farkla 24 Eylül 2007’de www.hurriyet.com.tr’deki köşemde yayınlanmıştı.
Caner Odabaşoğlu
35 yaşında ve Hande Odabaşoğlu ile evli... Macera Akademisi’nin kurucu ortağı. Üniversiteden beri doğa sporları ile uğraşan Caner, bu aşkı eşine de bulaştırdı. İki sene önce doğan oğlu Can Berk ile başladığı sabah yürüyüşlerini, koşu antrenmanına dönüştürünce, hayatının en düzenli spor yaptığı dönemi başladı. İş temposuna göre haftada 20-40km koşuyor. Bazen de bisiklete biniyor. Bugüne kadar TOFD ve TEGV için üç kere yardım amaçlı koştu ve toplam 2040 TL bağış topladı. Aldığı en düşük bağış 5, en büyük bağış 500 TL. Bütün koşularda oğlunu koşu ve bisiklete uygun bir pusette itiyor. Bugün Can Berk’in “lap lap” dediği koşmak, Caner’i daha zinde ve sağlıklı kılarken, Can Berk’in gelişimine de katkı sağlıyor. Caner’in koşarken en sevdiği şey, oğlunun keyifli oyun mırıltıları. Caner, elinde ve çevresinde var olan şansı özellikle ihtiyaç duyan çocuklara da ulaştırmak için koşuyor. 17 Ekim’de Avrasya Maratonunda tekrar ufak adımlarla büyük mutlulukların parçası olmayı planlıyor.
Herkesin U2’su kendine
O kadar büyülendim ki konserden, susmak istiyorum. Heyecanım dinginleşsin, hislerim azıcık bana kalsın, sonra yazarım. Ama kim ne derse desin, ben Zülfü Livaneli’yi o sahnede görmekten büyük mutluluk duydum. Duygulandım. Acaba Bono başka bir konserde böyle bir şey yaşamış mıdır diye merak ettim. Bence sırf Bono’nun şaşkınlığına bile değdi. Bono, elleri kalbinin üzerinde “Yiğidim Aslanım” dinlerken, “Burası nasıl bir ülke, bunlar ne acayip insanlar ve biz neden daha önce gelmedik?” diye düşündüğüne eminim. Yonca “tatmin”