Paylaş
Bir ah vah çekme durumu sormayın gitsin. Oysa hayatımda duyduğum en saçma, en utanmaz, en arsız ve en kötü bahane yoğunluk. Açık açık harbice: “Yapmak istemiyorum, üşeniyorum vs...” diyebilenlere şapka çıkarırken; “Ay çok yoğunum şekerim..” diyenlere gıcık oluyorum. O kişiye hemen: “Sakın sakın bir daha yoğunum deme!” demek istediğim gibi, o kişiyle uzunca süre görüşmek de istemiyorum. Yavan bir bahane gibi geliyor bana çünkü; baştan savıcı, kolaya kaçıcı endirekt yalan işte. Aslında yazının tam da burasında bir kere daha “Feci gıcık oluyorum!” demek geldi içimden. E dedim gitti. Hırsımı alamıyorum belki de ondan. Neden mi? Çünkü bana “Sence bu dünyada en yoğun kimdir?” diye sorarsanız, “Çocuklar!” derim de ondan. Şu dünyada şu anda yoğun olmayan tek yaratık yok ki! Herkes çok çalışıyor. Hatta çalışmadığını düşündüğümüz insanın da çok işi var. Herkes kendince yoğun. Herkes kendince haklı. Bu durumda kalkıp zaten yoğun olan herkesin diğer herkese “Ben yoğunum!” demesi de ne demek yahu! Niye sürekli yoğunluk yarışı yapma çabamız var anlamadım. Uykuda da aynısı söz konusu. “Uyuyamadım” dediğin anda hep senden daha çok uyuyamamış birileri kesin oluyor etrafında. Bunun da yarışı olmaz ki arkadaş! Ya da şöyle demeliyim, yoğun olmak bir insanı daha başarılı, daha muhteşem ve daha üstün kılmaz. Kılmıyor. Ha kimse sana bulaşmasın, ulaşmasın istiyorsan söyle, o ayrı. Ama çocuklar gerçekten hepimizden yoğunlar. Acıyorum ben onlara. Üstelik bizim yüzümüzden bu kadar yoğunlar. Biz yoğunuz ya, onları boş bırakmak zor geliyor bize. Çünkü boş kalırlarsa iş başa düşer. Ne zavallı bir durum. Üstelik kendimize daha tatmin edici bir yoğunluk bahanesi de sağlamış oluyoruz onları kullanarak. Yani biz yoğunluğun sunisini yaratmayı bile başarıyoruz bence.
Ben insan ne kadar “yoğun” olursa olsun, canı isterse her istediğini yapabileceğine inanıyorum. Canının istememesi durumunda istemediği şeyi açıkça söyleyerek yapmamasını da iyi karşılıyorum. Saygı duyuyorum. Gerisi yavan geliyor bana. Kötü bahane kötü. O yüzden ne olur yoğunluk konusunda sidik yarışı yapmayalım. Arayamadım yoğundum, gelemedim yoğundum, yapamadım yoğundum denmesin bana. Açıkça istemiyorum densin. Nokta.
Yonca
“gayet müsait”
Nâzım ile Brecht
Sema’ yı tanıyor musunuz, Sema Moritz’i? Duyduğum en maziden gelen sese sahip yegane kadın o. İnsanı olduğu yerden alıp başka bir yere götürüp zaman tünelinde yolculuk yaptırıyor insana. Sema’ yı dinlerken insan kendini birden diz altı beyaz dantelli elbise ve uzun uzun incilerle hayal ederken buluyor. Sesi öyle inanılmaz ki, Efsane Hanımlar albümünde “Fikrimin İnce Gülü” nü dinlerken hangi yılda, hangi mekanda olduğumu hep şaşırıyorum. İşte bu önümüzdeki Salı günü, yani 9 Kasım saat 20:30’da İstiklal Caddesi Ses Tiyatrosu’nda Sema, Brecht ve Nâzım’ın şarkılaştırılmış şiirlerini kendisine has özgün bir şekilde yorumlayacak. Kaçırmayın derim. Hayran kalacağınıza, inanılmaz keyif alacağınıza, ve bir süreliğine Nâzım ve Brecht’in yanına yolculuk yapıp geleceğinize eminim. Şimdiden takviminize not edin.
Yonca
“elçi”
İyi reklam kötü reklam
Bazı reklamlar içime işlerken bazıları beni sinir ediyor. Ama sadece ya çok sevdiğim ya da nefret ettiğim reklamlar hep aklımda kalıyor. Demek ki reklamda gerçekten şu iki duygu bende işe yarıyor; Aşk ve nefret. Gerisi ben tarafından kayda alınmıyor. Tıpkı gıcık olduğum 118 80 ve bayıldığım Penti reklamları gibi.
Yonca
“uçlarda”
Paylaş