Aslında herkesten daha önce ve ilk olarak bu yazacaklarımın âlâsını, yine korka korka yazmış bir başkası var: Figen Batur... Figen, geçen sene yazdı onu. Aman nazar olmasın, aman işin cılkını çıkaran olmasın diye sakına sakına yazmıştı o da. Ondan evvel de, arkadaşım yüz kere demişti “Gidin mutlaka!” diye de biz geç dinlemiştik onların tavsiyesini. Amma uzattım girişi; Havva Ana var Gökçebel köyünde. Yalıkavak Migros’un oralarda sorun Cömert Çiçekçilik’teki şeker amcaya, tarif eder size. Havva Ana harbi oraların köylüsü tepeden tırnağa tipik ana. Kendi evinin bahçesinde kahvaltı servisi veriyor eşi Salih Amca ile. Oğlu, çok şükür, üniversite öğrencisi şu anda. Onu okutuyor alnının teri ile. Kendi tabiriyle, kabak çiçekleri güneş yüzü görmeden toplayıp dolduruyor, pişiriyor sabahın köründe. Dolmaların dumanı tüterken elleriyle servis yapıyor. Ağzınızda dağılıyor o kabak çiçekleri. Sabah onun elinden yedikten sonra, bir daha balıkçılarda akşam yiyesiniz gelmez. Öyle bir lezzet! Şu an ağzımın suları yine akıyor bak... Elleriyle açtığı ekmeğin hamurunu gözünüzün dibinde odun fırınına verip pişiriyor. Ekmek orada şiştikçe siz bayılacak gibi oluyorsunuz açlıktan. Elleri yana yana sofranıza getiriyor, siz de elleriniz yana yana sofrada ailecek sıcacık ekmeğin ellerinizi yakmasından duyduğunuz çocukluktan kalma sevinçle, mutlu gülücükler saçıyorsunuz sağa sola. Hatta biraz da utangaç çığlık atıyorsunuz eller yanınca. Başta elle yemeğe çekinirken, beş dakika sonra ellerinizi de yiyecek hale geliyorsunuz. Kendi yaptığı reçelleri, kahvaltıdan artan o yediğiniz doğal besinlerle, karpuzlarla beslenmiş tavukların yumurtaları geliyor tereyağında pişip önünüze. Suni yem filan yok ki orada... Doğa var doğa! Koku çocukluğumun kokusu. His çocukluğumun hissi. Ve Havva Anamın o muhteşem Muğla şivesi (Dondurmam Gaymak filmini hatırlayın). Babam gittiğinden beri duymaya hasret kaldığım, taaa zamanında çocukken Muğla’daki eski evde Mecbure yengemiz konuşurken tek kelimesini anlamadığım ama “gulu gulu gulu” gibi sesler şeklinde kulağıma çalan Muğla şivesiyle Havva Ana, hayat dersi gibi aslında evinin bahçesinde kahvaltıya gidenlere. “Bir porsiyon börek daha alabilir miyim lütfen?” gibi gayet a la franga sorunuza karşılık, “Ne aceleeeyn, edip durum acık bekle gariii..!” gibi bir azar attırıveriyor, muzip hazır cevap gülücüğüyle. Arada eşine “gızı gızı vereyooo elini çabuk tutuveseneeee...” diye. İnanılmaz akıllı, çalışkan bir kadın! Yazları çalışarak biriktirdiği paralarla, onu erkenden evlendirmek isteyen annesine kafa tutup liseyi bitirmiş. Oysa bazı masalar hor görüyor onun zekasını. İnceden inceden alay ederek bakıyor onlara. Sözünü hiç sakınmıyor ama. Niye sakınsın ki? Rezervasyonla gitmek lazım mesela. Az masası var. İki kişi emek veriyorlar her şeyi çekip çevirmek için. Anam babam usulü, gösterişsiz, harbi köyde neyse o usul. Derken bir kokoş kadın giriyor bahçesinden içeri. Kadın mı demeliyim, para mı yoksa? Zengin... “Para bok” dediğimiz cinsten. Bazı para gerçekten boktan para biliyor musunuz... Affedin dilimin bozukluğunu bu defa. Kırgınım o kokoş paraya! “Cipini” şoförü park ediyor paranın. Endam eda, fora. Çanta dirsekte takılı hani... Kadın bir hışım Salih Amca’dan masa istiyor. Meğer rezervasyon yapmamışmış. Her yer onun parasının malı nasıl olsa. “Masalar dolu maalesef abla...” cevabını alınca, çok alınıyor, geçip oturuyor bir masaya. “Beni buradan kimse kaldıramaz” diyor ve Havva Ana’nın tabaklarını kırıveriyor yere atarak o “para” iyi mi! Şımarık. Tatminsiz. Mutsuz. Her daim doyumsuz! Kalbini kırıyor görgüsüz para Havva Ana’nın. Gözünden yaş geliyor, ekmeklerin hamurunu ateşe verirken. Ayıplıyor zengin olup da insan olamamış parayı. Görgüsüz para... Çok fena. Yonca “acıklı”