17 Kasım 2002
Hürriyet ailesine katılan Türk futbolunun unutulmaz oyuncusu ve usta spor yazarı Can Bartu, son zamanlarda doruğa çıkan taraftarlar arasındaki düşmanlığın nedenini taraflı basına ve yöneticilere bağladı. Can Bartu, Yener Süsoy'a Türk futbolunun tarihiyle ilgili gerçekleri de anlattı. Canavarı biz yarattık
Takımlar arasındaki bu düşmanlık, bu kan davası nasıl yaratıldı, hálá anlamış değilim. Bu canavarları bence taraflı basın, taraflı yönetici yarattı. Durup dururken bir adam kin besler mi, bir şeyler olacak ki beslesin. Dünya gibi biz de bunu zorlayıcı tedbirlerle önleyeceğiz. Başka yolu yok. Yurt dışındaki statlarda tel örgü yok ama, sıkıysa atla sahaya. Polis maç boyunca seyirciye bakıyor, saniyeyi kaçırmıyor. Seyirciyle kavga eden futbolcuya 6 ay ceza verdiler; hemen kafa kopartılıyor. Bizde idareciler, hatırlı kişiler araya girip gözaltına alınan sanık taraftarları ricalarla kurtarmaya çalışıyor. Bence o sis bombalarını, meşaleleri, konfetileri idareciler önceden getirip depoluyor.
GS taraftarları çıkarılmamalıydı
Son maçta polisin Galatasaray taraftarlarını stattan çıkarması bence doğru değil. O seyirci oraya girmişse tedbirini al, etrafını çevir, adamlara maçı seyrettir. Yunan seyirci geldiğinde nasıl koruyorsan, aynı tedbirleri al. Bu arada ötekiler de çok yanlış işler yapmış, lavabolar kırılmış, kapılar sökülmüş.
Baron’dum, döndüğümde sinyor oldum
İtalya her bakımdan benim hayatımın dönüm noktası oldu, futbol anlayışım tamamen değişti. Sana bir şey söyleyeyim, Türkiye'ye döndükten sonra rütbe olarak düştüm. Ben buradan giderken lakabım ‘‘Baron’’du, döndüğümde ‘‘Sinyor’’ dediler, öyle de kaldı. Sinyor İtalyanca'da bay anlamına gelen sıradan bir söz, halbuki baronda bir asillik ifadesi var. Bana giyimimden, kuşamımdan dolayı derlerdi baron diye. Belki sinyor'u kont havasında söylüyorlar ama, manası öyle değil.
Dünya 3’üncülüğümüz bence bir rastlantı
Milli Takımımız denk geldi, Dünya üçüncüsü oldu, yoksa futbolumuz bugünkü durumuyla, bu yönetimiyle bunu alacak bir takım değil. Dışarıda kalan takımlara bak: Arjantin, Fransa, İngiltere, büyü yapsan bu olmaz. Her nasılsa bu titri almışız, başarısını kabul ediyorum, asla küçültmüyorum.
Cemil ve Rıdvan Türk futbolunun son yıldızları oldu, şu anda böyle bir oyuncu görmüyorum. Emre de bu yoldaydı ama, yurt dışına transfer oldu. Dünyada ise Zidane ve Ronaldo yıldızlıkta önde gidiyor.
Vidalı lastik kramponu ilk İtalya’da gördüm
Türkiye'de transfer parası olarak yıllık gelirim 12 bin lirayken, bizim paramızla 2 milyon lira karşılığındaki lirete Fiorentina'ya transfer oldum. Askerliğimi bitirip 1961 Kasımının ilk pazartesi günü İtalya'ya ilk ayak bastığımda İtalyanca olarak sadece ‘‘Piove’’ şarkısının sözlerini biliyordum. Roma'dan sonra trenle Floransa'ya gittim, yöneticiler beni karşılayıp bir otele yerleştirdi. Ertesi sabah antrenmana çıkacağız, soyunma odasına bir girdim ki aman Allah. Birkaç tane masaj odası var, havuzlar var, duşlara beşer tane şampuan koymuşlar. Sana ait malzeme, yok bilmem ne dolapları var. Bizim Türkiye'deki ayakkabıların altına çivi batardı, ölçü vererek yaptırırdık. Deri ayakkabı, kösele krampon. Adam dar yapardı birkaç hafta sonra tırnakların düşer. Onun için ayakkabıları yumuşayıp açılsın diye genç takım oyuncularına giydirirdik. Ben vidalı lastik kramponu ilk defa İtalya'da gördüm. Orada beni şaşırtan bir başka konu da içime yün atlet giydirilmesi oldu, formalar da yün. Ben daha onları giyerken şakır şakır terlemeye başlıyordum, alışmamışım ki. Biz Mithatpaşa'ya çıkıyoruz, üstümüzde ince merserize forma. Gazhane tarafından rüzgár bir vurdu mu delip geçer. Korunmak için sahaya çıkmadan önce birbirimizin arkasına gazete kağıtları koyardık.
Şikeye tanık olmadım ama ‘ricalar’ olurdu
Futbol hayatım içinde hiç şike olayına tanık olmadım, bazen oyun içinde ricalar olurdu. Mesela küme düşmeye oynayan bir takımla karşılaşıyorsak oyuncular ‘‘Can ağabey ne olur bugün bizi fazla hırpalamayın’’ derdi. Bu lafın üzerinde durmuyorsun ama, yine de içine bir burukluk geliyor. Yine bastırırdık ama, kaçan bir gole üzülmezdik.
Yazının Devamını Oku 16 Kasım 2002
Can Bartu futboldaki yıldızlığı kadar ciddiyeti ve güler yüzlü olmayışlığı ile de ünlüdür. Doğduğu 31 Ocak 1936'dan bugüne kadar değil bademciklerini, dişlerinin ucunu bile göstermemiştir. Bizim 68 kuşağının ‘‘Baron’’u Can Bartu sözünü esirgemez, gediğine koymayacağı taşı cebinde taşımaz. Fenerbahçe'ye 1948'de profesyonel basketbolcü olarak adım atan Bartu'nun 1967'de futbolculuğa geçtiği bilinir. Sarı-lacivertli forma altında 1970'e kadar 326 maçta oynayıp 162 gol attığı, 26 kez Milli olduğu, Avrupa Kupası'nda oynayan ilk Türk futbolcusu olduğu da. Hangi takım taraftarı olursanız olun Can Bartu'ya kulak kesilin, çünkü o asla bir fanatik değildir. O bir tarihtir, coğrafyadır, purodur, matematiktir, mantıktır, gurmedir, felsefedir, espresso'dur. Sinyor Baron Can Bartu, bizim Sinan'ın çektiği fotoğraflardan göreceksin ki, gülmek sana pek çok yakışıyor, tıpkı HÜRRİYET gibi.
Lorant ya kötü niyetli ya bu işi bilmiyor
Werner Lorant bir skandalın adı, 6-0'lık GS galibiyeti de bu görüşümü değiştirmedi. Bence onun yerine Lucescu alınmalıydı. Lorant bunca zamandır onlarca hazırlık, lig maçları yaptı, yüzlerce antrenman yaptırdı, hala kimin nerede oynayacağı belli değil. Bunca zamandır takımı oturtamadı, hala oyuncu deniyor. Bu adam ya futbolcuların kalitesinden anlamıyor, ya kötü niyetli, ya da bu işi bilmiyor. Bence bu şıkların üçü de doğru. Ben bir futbolcuyu üç kere seyredeyim ne kalitede olduğunu anlıyorum. Bu adam bu kadar zamandır görmüyor, torbadan çekip adam oynatıyor. Oyuncusu antrenörünü sevecek, ona inanacak, ona baba gibi davranacak. Fenerbahçe düzgün bir takım kursa stat kapılarını sabahları 10.00'da açar. Başkanın çok iyi işleri, yatırımları var ama, antrenör ve oyuncu seçimleri yanlış, üstelik büyük paralar verildiği halde. Benim zamanımda Fenerbahçe'nin aylık masrafı 40 bin liraydı.
Fatih TERİM İtalya’ya adapte olamadı
Fatih Terim ne de öteki futbolcular gitmeden önce bana fikir danıştı. Fatih bana gelseydi gördüklerimi, yaşadıklarımı anlatıp kendisine yardımcı olmaya çalışırdım. Bence Fatih fikir olarak İtalya'ya adapte olamadı, orayı da Galatasaray'ı gibi yöneteceğini zannetti. Orası farklı bir yer, mesela futbolcu alımı satımı, otellerin ayarlanması. Bunların yanı sıra orada primleri federasyon tayin eder. Klüp başkanı ekstra prim vermeye kalkarsa bu dopinge girer. Kümeyi düşürür, -20'yle başlatır, hadi çıkabilirsen çık. Sen sıfırlayana kadar herifler seni 40 puan geçer. Benim tanıdığım Fatih bilgili, işini seven, oyunculara takip eden ve çalışkan biri. Futbolculuğu da çok düzgün, çok başarılıydı takım kaptanı olarak. Acaba çok havalanmış olarak mı gitti oraya bilemiyorum. Başına gelenlere üzüldüm, GS'ya dönmesi bence yanlış değil. Ama oyuncu seçimlerinde yanlış yaptı gibime geliyor. Fatih Terim oynamıyor, futbolcu oynuyor, futbolcu iyi oynarsa antrenörü de yücelir. Mesela şu anda Galatasaray'ın orta sahası üretemiyor, ürettiğini zannediyor.
Beyaz topun sırrı neydi?
Romanya Milli maçı için Ankara 19 Mayıs Stadı ışıklandırıldı, hepimiz ilk kez gece maçına çıkacağız. Sahaya çıktık, ilk defa beyaz top görüyoruz. İsfendiyar sağdan bir orta yaptı, ben soliç mevkiinden gelip topa bir vurdum, o anda ayağım kırıldı zannettim. Çat çat diye peş peşe iki ses çıktı, top da gitti direğe vurdu. Bu çıtırtı sesi nereden geldi, direk de kırılmadı. Durumda bir acayiplik var, topu elime aldım elastikiyeti yok. Halftaymda topu daha yakından tetkik edeyim dedim, ulan bizim bildiğimiz topu otomobil boyasıyla beyaza boyamışlar. Top kabuk bağlamış, vurdukça çıt çıt diye ses çıkarıyor. Ayrıca sırımlı olduğu için yıpranmasın diye içyağıyla bol bol da yağlamışlar, 350 gramlık top olmuş 10 kilo. Devre arasında boyası dökülen topu tabancayla tekrar beyaza boyandı, o maçı öyle oynadık. O zaman pingpong topunun Türkiye'ye girmesi yasak. Türkiye sporda kalkınmıyor diye ağlaşıyorduk. Allah'tan Özal geldi de sahalar yapıldı, o olmasaydı hepimiz yanmıştık.
Toprak sahaya çim serpilirdi
Ankara 19 Mayıs Stadı'nd,a 1958 yılında Galatarasaray'la oynuyoruz. Bir baktık o toprak saha halı gibi yemyeşil olmuş. Üstelik bizden evvel İstanbulspor maç oynamış yine de çimlerde hiçbir bozukluk yok. Ulan dedik helal olsun, ilk defa bir çim sahada oynayacağız, havalara uçtuk. Sahaya bir çıktık ki ne görelim, toprağın üstüne dağlardan, bayırlardan kestikleri çimleri serpmişler. Hemen çimleri toplatıp öbekler yaptırdım, biz yine toprak sahaya çıkıp aslanlar gibi oynadık.
YARIN: BARONLUKTAN SİNYORLUĞA DÜŞTÜM
Yazının Devamını Oku 11 Kasım 2002
Ülkü Adatepe, Atatürk'le geçirdiği günleri anlatırken, Atatürk’ün kadınların şık giyinmesini istediğini ama makyajdan nefret ettiğini söylüyor. Bu nedenle, Dolmabahçe Sarayı'nda yaşayan kadınların hiçbirinde makyaj malzemesi bulunmuyor. Bir şeye daha dikkat çekiyor Adatepe: Atatürk'ün odasında ipek kılıfın içinde duran Kuran'a. Atatürk, balerin olmamı isterdi
Atatürk beni balerin olarak yetiştirmek istiyor. Karpiç'e, Ankara Palas'a gittiğimizde artistlerden önce beni çıkarıyor sahneye. Alaturka müzik çaldırıyor, ben ona göre hareket ediyorum. Alafranga çaldırdığında da hemen taklalar atıp ritmik hareketlere geçiyorum. Cevat Abbas'a, ‘‘Keşke yaşı biraz daha büyük olsaydı, Ülkü çok başarılı bir balerin olurdu’’ diyor. Çağdaş düşünceye bakın, canı kadar sevdiği kızını balerin olarak yetiştirmek istiyor.
Atatürk'ün Safiye Ayla’nın yüzünü görmek istemediği için onu perde arkasından dinlediği tamamıyla yalan. Safiye hanım buna çok üzülürdü. ‘‘Galiba halk beni çok çirkin bulduğu için böyle söylentiler çıkıyor’’ diye yakınırdı.
Atatürk olmadığı zaman öyle yaramazmışım ki, bir keresinde kızıp Savarona'daki bütün kül tablalarını denize fırlatmışım.
Atatürk Savarona'da hasta yatarken geminin yanında bir denizaltı bize 24 saat elektrik ve su veriyor. Bir gün denizaltının komutanı beni gemiye davet ediyor. Ben de kimseye haber vermeden gidiyorum. O sırada Atatürk, ‘‘Çabuk bana Ülkü'yü getirin’’ diyor. Beni arıyorlar yokum, bütün sandallar denize iniyor başlıyorlar beni aramaya. Bu arada Atatürk kıyametleri koparıyor. Anneme, ‘‘Çocuğunu niye gözünün önünden ayırıyorsun?’’ diye bir kızıyor. Beni denizaltıdan alıp Savarona'ya getirdiklerinde annem beni bir güzel dövüyor, ona haber vermedim diye..
Kral Hüseyin beni de öldürürdü
Ürdün Kralı Hüseyin'in dedesi Emir Abdullah bir yaz günü Atatürk'ü ziyaret etmek için Ankara'ya geldiğinde ben de yanlarındaydım. Başı beyaz milli örtülü, entari giymiş sakallı koca adam ilk anda bana ürkütücü gelmişti. Bunu anlayınca, adamcağız benim kalbimi almak için ne diller döktü. Abdullah beni çok sevmiş, Atatürk'ün vefatından seneler sonra ben Üsküdar Amerikan Koleji'nde leyli okuyorum, yaşım 13.
Ailem beni çok da sıkardı. Zaten bu bunaltıdan 16 yaşında evlendim. Bir sabah haber getirdiler ki Emir Abdullah İstanbul'a gelmiş. Saraydan koca bir araba geldi hep beraber Dolmabahçe Sarayı'na gittik. Ben beklerken yaverler annemle babamı bir odaya çekip alıp Emir Abdullah'ın beni oğlu Hüseyin'e almak istediğini söylüyor. Babam bunu bana çıtlattı. Ürdün prensesi olma fırsatını işte ben böyle geri çevirdim. Bundan dolayı hiçbir zaman pişmanlık duymadım. Kral Hüseyin ilk karısını rahmetlik etti de üstüne nelerini aldı. Babam ertesi günü Emir Abdulla'a gidip yaşımın küçüklüğünü bahane edip huzurdan ayrılıyor. Daha sonra Emir Abdullah bir camide düzenlenen suikastte bıçaklandı.
Komadan çıktım makyaj yaptım
Canım Atatürkçüğüm'le Florya Köşkü'nde kısa bir tatil yaparken paratifoya yakalandım, ölümden döndüm. Dolmabahçe Sarayı'nda yattığım odaya Atatürk her gün gelip kontrol ediyor. Yanındakiler her gelişinde ona; ‘‘Paşam içeri girmeyin, Ülkü'nün hastalığı bulaşıcı ve öldürücü’’ diyorlar. O hiç aldırmadan ziyaretlerine devam ediyor. ‘‘Bu çocuk ölürse zaten ben yaşayamam’’ diyor. Öyle böyle derken bir gece derin komadan çıkıyorum, Atatürk başucumda. Gözlerimi yarı açmışım, bana, ‘‘Ne istersin?’’ diye soruyor.
Atatürk son derece şık giyinen, hanımların şık giyinmesini isteyen ama makyajdan nefret eden birisi. Belki de bu yüzden ondan ruj ve allık istiyorum. Sarayın hizmetkárlarından Arap Nesim efendi gece yarısı bir dükkán açtırıp istediğim ruj ve allığı getiriyor. O'nun çocuklara karşı olan sevgisini gösteren bizzat yaşadığım olaylardan sadece biri bu.
Yazının Devamını Oku 10 Kasım 2002
Büyük Atatürk'ün doğmadan adını koyduğu, üzerine titrediği küçümencik Ülkü'sü 27 Kasım'da 70. doğum gününü kutlayacak. Manevi babası Atatürk'le Alfabe'lerin kapağını süsleyen Ülkü... Zübeyde Hanım'ın kendi elleriyle büyüttüğü evlatlığı Selanikli Vasfiye hanımla, Fransızca öğretmeni ve gar şefi Mehmet Tahsin Çukurluoğlu'nun biricik kızları Ülkü... Atatürk'ün Çankaya'dan Florya'ya, Gazi Çiftliği'nden Savorana'ya kadar can yoldaşı Ülkü'yü ilk kez tanıyacağız. Atatürk çocuklarının 'manevi kardeşi' Ülkü Adatepe bugüne kadar sır gibi sakladığı en gizli anılarını ilk kez anlatacak. Görelim bakalım Atatürk zamanında Ülkü neymiş, 10 Kasım'dan sonra başına neler gelmiş... Onu dinledikçe bugüne kadar hayranı olduklarımıza lanet de edebiliriz, nefret ettiklerimize hayran da olabiliriz.
İnönü, hiçbir zaman benimle ilgilenmedi
Yener bey, Atatürk'ün vefatından sonra İsmet İnönü hiçbir zaman benimle alakadar olmadı. Sadece Fethi Doğançay'la ilk evliliğimi yaparken Atatürk'ün bıraktığı kendi parasından 100 lira gönderdi. İsmet İnönü bana çok haksızlık yaptı, en azından beni okutabilirdi, bir meslek sahibi yapardı. Hani Atatürk'ü severlerdi, Atatürk'ün kızı olarak bu kadar da mı hakkım yoktu? Çünkü onlara, bizim gibi gençlerin okutulması için paralar bırakmıştı Atatürk, nereye gitti? Atatürk düşündü ki, ondan sonra Ülkü'ye sahip çıkarlar. Bu alakasızlık yüzünden gencecik yaşta öğrenimimi bırakıp evlendim. Biliyor musunuz, benim devletten hiçbir sağlık, sosyal garantim de yok, zengin bir insan değilim ki. Ünvanımı bugüne kadar hiç suistimal etmedim, hep O'na layık olmaya çalıştım. Beş para etmez insanların çifte korumaları, arabaları var.
Atatürk'ün kızı demek yetmez, onu taşımak, onore etmek de lazım. Sözde herkesin dilinden Atatürk düşmüyor ama, onun kızına bunca zamandır verilen değer ortada. Biliyor musunuz ki, benim adım hiçbir devlet protokolünde yok. Mesela bir askeri kampa gitmek istiyorum, telefona çıkan komutan Atatürk áşığıysa beni baş köşeye alıp hürmetle karşılıyor. Bunun aksi davranışlarla da karşılaşıyorum. Beni yokuşa sürüyor, telefon konuşması bile çok sert.
Latife Hanım dengesizdi
Annem Fikriye'ye hayrandı, Atatürk'ü ondan daha fazla sevecek, hatta canını bile verecek başka bir kadın olmadığını anlatırdı. Çankaya Köşkü'ne ilk gelip perdelerinden koltuklarına kadar her şeyi yapan o. Ne yazık ki hastalanıp gidiyor, talihsizlik işte. Oysa Zübeyde hanım İzmir'e gitmeden oğluna, yüzünü görmediği Latife hanımla evlenmesini vasiyet etmiş. Atatürk'ün o zaman evlenmesi lazım, inkılaplar yapacak, yanında modern, iyi bir aile kızı gerekli. Zübeyde hanım bir süre Latife hanımın yanında kaldıktan sonra onun hırçınlıklarından bunalıyor. Bu düşüncesini oğluna iletmesi içen yaveri çağırıp; ‘‘Kemal'e söyle, ona Latife'yle evlenmesi için vasiyetim vardı, onu geri alıyorum' diyor. Ne var ki, annesinin bu sözleri Atatürk'e iletilmiyor, o da bilmeden bu evliliği yapıyor. Latife hanım hırçınlıklarına devam ediyor, durmadan bağırıp çağırıyor ve sonunda boşanıyorlar. Boşandıktan sonra 30 sene evine kapanması da onun ruhi dengesizliğini ortaya koyuyor zaten. Halbuki ortaya çıkıp Atatürk'ün meziyetlerini o dönemin çağdaş bir Türk kadını olarak bütün dünyaya anlatması gerekirdi.
Bayar ve Menderes Atatürk’e hayrandı
Ahmet Necdet Sezer'e kadar hiçbir cumhurbaşkanı beni Köşk'teki davetlere çağırmadı. Ne Süleyman Demirel'den, ne de ağzından Atatürk'ü düşürmeyen Kenan Evren'den en küçük bir yakınlık gördüm. Ben hayatımdaki en büyük yakınlığı Celal Bayar ve Adnan Menderes'ten gördüm Yener bey. Celal Bayar'ın Köşk'e taşındığında ilk işi benim yatağımı göndermesi oldu. Beni Çankaya protokoluna dahil edip Dolmabahçe sarayı dahil bütün davetlere beni eşimle birlikte çağırdılar, evimize kadar geldiler.
Bayar ve Menderes gerçek birer Atatürk hayranıydı, bunu çok iyi biliyorum. Aslında bana halk sahip çıktı, insanlar yolda yüzüme bakıp gözyaşı döküyor. Atatürk ölmeden üç gün önce yazdırdığı vasiyetinde bana ölünceye kadar verilmek üzere maaş bağlatmış, o tarihte 200 liraydı. Bu yıllarca hep aynı gitti, Üsküdar Amerikan Koleji'nin orta bölümünden babamın memur maaşıyla zorlukla okudum. Bu rakam Bülent Ecevit'in ilk başbakan olduğu güne kadar değişmedi.
Atatürk bana bir fiske bile vurmadı
Atatürk hiçbir zaman kendi çocuğu olmasını istememiş. Rahmetli annemle Sabiha Gökçen bunu anlatırlardı. Belki de çocuğunun ilerde kendisi gibi olamayacağı kuşkusundan, belki de onlara gerekli özen ve sevgiyi verememek endişesinden.
Değil bir fiske yemek, Atatürk bana karşı hiç sesini yükseltmedi bile. Ben de dışarda çok yaramazdım ama, onun yanındayken inanılmaz usluydum.
Ona hep ‘‘Atatürkçüğüm’’ diye hitap ederdim, bunu duyduğunda gözlerinin nasıl ışıldadığını hala görür gibiyim. Beni öyle severmiş ki, para-tifo geçirdiğimde komada yatarken doktorları; ‘‘Ülkü'yü kurtarın, o ölürse ben nasıl yaşarım’’ demiş.
Florya'da Köşk'ün doktorun benden büyük çocuklarıyla otururken onları taklit etmek için sigara tüttürmüşüm ve bu arada bütün kirpiklerimi yakmışım.
Nedendir bilmiyorum, ben Zübeyde hanımdan pek fazla hoşlanmamışım. Kendisine ‘‘Cici anne’’ demem için çok ısrar etmiş, ben de hiçbir zaman dememişim.
Yarın: Ürdün Sarayı'na kraliçe olacaktım
Yazının Devamını Oku 29 Ekim 2002
Kıbrıs Barış Harekatı sırasında özel görev kuvvetlerinin komutanı olan Emekli Koramiral Işık Biren, Kocatepe muhribinin talihsiz sonunu, başından sonuna yaşayan bir asker. Kocatepe, Biren Paşa'nın anılarında çok önemli bir yer tutuyor.Bundan sonra ihtilal olmaz
Türkiye'de bundan sonra Türk Silahlı Kuvvetleri'nin ihtilal yapacağına pek inanmıyorum, çünkü bunu gerektirecek koşullar olmayacak. Türkiye'de milletin çoğunluğunun istemediği hiçbir şey olmaz, ayrıca demokrasimiz de olgunlaştı.
İyi bir Galatasaray taraftarıyım, kızım Hülya ile oğlum Derya Galatasaray Lisesi'den mezunlar. Geçen yıl General Electric'te çalışan oğlumun Milwaukee'deki evine gittim. Orada onlarca Cimbom taraftarı Amerikalı görünce çok gururlandım.
Deniz Lisesi'ndeyken konulu karikatürler çizerdim, Sururi ve Cemal Nadir'in hayranıydım. Şimdi kitap yazıyorum, son olarak emekli büyükelçi Kemal Girgin'le ‘‘21. Yüzyıl Perspektifinde Dünya Siyaseti’’ adlı bir eserimiz yayınlandı.
1962'de Ankara Olgunlaşma Enstitüsü'nün müdür muavini olan eşim Ülker'le evlenip yine sınavla kazandığım Malta NATO karargahında uluslararası ilk görevimi aldım.
Atina Havaalanı'nda İstanbul uçağı anonsu
- Brüksel'de NATO'da görev yaparken Yunanlı generallerle aram çok iyiydi. Uluslararası karargahın başında Panayodopulos adlı bir Yunanlı korgeneral vardı. Adamcağız Türkiye ile Yunanistan’’ı ortaklaşa ilgilendiren her konuda tarafsız olduğunu göstermek için hep bize doğru meylederdi. Birkaç yıl önce Atina'dan İstanbul'a dönmek için havaalanında beklerken bir anons yapıldı; ‘‘Konstantinapol uçağı için son çağrı’’ diye. Hiç yerimden kımıldamadım, anonslar devam ediyor. Derken yanıma bir adam gelip ‘‘Beyefendi bu sizin bineceğiniz Olympic uçağı’’ dedi. ‘‘Kardeşim benim biletimde İstanbul yazıyor, söylenen yer neresi onu bilmiyorum, İstanbul anonsunu duymadan uçağa binmem’’ dedim. Bunun üzerine istediğim anons yapıldı, ben de uçağa doğru gittim. Megaloidea fikri hálá bunların kafasının içinde bir köşede duruyor. Türkiye AB'ye üye olduğu anda aramızdaki bu hır gür kalkacak.
Club Med'ler Türkiye'de nasıl kaldı
- 12 Eylül’de Milli Güvenlik Konseyi Genel Koordinatörü olarak TBMM binasına taşındığım gün beni ilk şaşırtan, tam 1745 kanun teklif ve tasarısının raflarda beklediğini görmek oldu. Bunun yanısıra meclisteki idari kadronun seçkinliğini unutmuyorum, o zamanki Meclis başkanının hakkını teslim etmem lazım. Ardından bakanlıkların ne kadar dağınık hale geldiğine, insanların birbirinden ne derece nefret ettiklerine tanık oldum... İşte o günlerde Club Med'lerin yöneticileri ziyaretime gelip Türkiye'deki Fransız tatil köylerini kapatacaklarını açıkladı. Nedenini sorduğumda ‘‘Ne kahve, ne konyak, ne de viski ithal edebiliyoruz. Hepsi yasak, gizli getirsek bizi içeri atıyorsunuz. Bizim müşterimiz mutlaka bunları ister. Bu şartlarda biz hálá niye Türkiye'de çalışalım’’ dediler... Meğer DPT, bu ithalatlar serbest bırakılırsa yine Türkiye'nin batacağını söylemiş. Tepem attı; bürokratlara ‘‘O zaman bir an evvel batalım, şu kahve, konyak işini hemen halledin’’ dedim. Konsey üyelerine çıkıp durumu arz ettim, 5'i de imzaladı ve 24 saatte bütün izinler çıktı. Turizm teşvik, transit taşımacılık ve telsiz kanunlarını da hep böyle simülasyon yöntemleriyle bir anda çıkarttım, hepsi aynen yürürlükte.
Güven Erkaya, personelini kurtaran bir kahramandır
Kocatepe denildiğinde koca cüsseli Işık Biren'in koca gözleri buğularla doluyor, koca koca damlalar süzülüyor göz pınarlarından. Gördük ki, amiraller de ağlıyor.
- Kocatepe dendiği anda yüreğim sızlar, gözlerim dolar Yener'ciğim. 53 arkadaşımın hayatını kaybettiği o feci kazayı an be an yaşadım, geminin parçalanışı, batışı gözlerimle gördüm. Aslında her harekatta dost kuvvet zayiatı diye bir bölüm vardır, Amerikanın da kendi tankını, kendi birliğini vurduğu görüldü. Biz cumhuriyet tarihimizin ilk sıcak savaşını yaşadık Kıbrıs'ta, bunu unutmamak lazım. Buna rağmen Kıbrıs Barış Harekatı'nın indirme, çıkarma, atma planları, koordinasyonu hálá Amerika'da ders olarak okutulur. Bu kazanın nedeni ‘‘Bir Yunan konvoyu adaya takviye birliği götürüyor’’ raporuyla başladı. O tarihte Nejat Tümer Harp Filosu komutanı, ben de özel görev kuvvetinin kurmay başkanıyım.
AKDENİZ’DE YASAK BÖLGE
Bu raporu alınca silahlı keşif yapmaları için İrfan Tınaz komutasında Adatepe, Kocatepe ve MF Çakmak gemilerini Baf bölgesine gönderdik. Bakmışlar orada Yunan konvoyu filan yok, Akdeniz'in bir kısmı yasak bölge ilan ettiğimiz için Doğu Akdeniz'in bütün trafiği konvoy gibi görünüyor. Tınaz ve ekibi gemilerin daha da yakınlarına gidip bordo işaretlerini bile rapor etti. Fakat Ankara o kadar inanmıştı ki bu Yunan konvoyu işine. Bu arada Deniz Kuvvetleri'ne Baf'ın güneyinde gemimiz olup olmadığını soruyorlar, bizim muhripler Baf'ın kuzeyinde. Rahmetli Güven Erkaya'nın Kocatepe gemisiyle devamlı temas halindeyim, normal muhabere hatlarına ilaveten özel bir teleks hattı kurdurmuştum. Güven sırada NATO'ya tayin olmuş ama, bir türlü Brüksel'e gidemiyor.
İRTİBAT KESİLDİ
Bir ara Kocatepe'yle aramızdaki teleks irtibatı kesildi, Ada'nın arkasına kaydıklarını sandım. Biraz sonra ‘‘Taaruza uğradık’’ diye bir mesaj geldi İrfan Tınaz'dan. ‘‘Kocatepe, Adatepe, Çakmak yaralandı, kuzeye doğru seyrediyoruz’’ diye devam etti. Bunun duyar duymaz kıyı başındaki görevlerimizi yardımcılarımıza devredip, Nejat Tümer'le birlikte karargah gemisi Tınaztepe'yle olay yerine son hızla gitmeye başladık. Aramızda 140 mil mesafe var, nereden baksanız 4 saate yakın bir yol. Bu arada bizim radar ekranında da birden uçaklar belirdi. Sonradan öğrendik ki değişik sortilerde 86 uçak gönderilmiş. Bize verilmiş parolaları alıp geminin Savaş Harekat Merkezi'ne girip uçaklarla telsiz telefonu teması kurdum. Dedim ki ‘‘Çocuklar yanlış iş yapıyorsunuz, buradakilerin hepsi Türk gemisi, parolalar şu.’’ Pilotlar bir türlü bana inanmıyor, hepsine ‘‘Negatif’’ diyor. Çok sinirlendim; ‘‘Siz satıh kuvvetleriyle uğramayın, sahili defolup terk edin’’ diyerek galiz şeyler söyledim, bastım kalayı. Pilotların kendi aralarındaki konuşmalarını da dinliyorum, birisi; ‘‘Adam çok güzel küfrediyor, bu kadar aldatma olamaz’’ diyor. Onlar Yunan gemilerindekiler Türkçe konuşarak kendilerini aldattıklarını sanıyor. Baktım olmayacak gemiden hedef gözetmeyen baraj ateşi başlattım ve sonunda hepsi gitti. Gece saat tam 22.00'de Kocatepe'yi alevler içinde yanarken gördük, o anda personelin gemiyi terk edip etmediğini bilmiyoruz. Derken peş peşe iki büyük infilak oldu ve saat tam 22.05'de Kocatepe ikiyi bölünüp suda kayboldu. O kadar bekledik denizde yüzen herhangi bir şeyle karşılaşmadık.
ERKAYA ŞOKTAYDI
Bu arada Ankara'daki Deniz Kuvvetleri bize durmadan Girne'deki görevlerimizin başına dönmemiz talimatını veriyordu. Tümer Paşa dönmek taraftarı değildi, geminin daha yakınına gidip personelin durumunu görmek istiyordu. Biz dönüş yoluna girdik, İzmit ve Berk gemileri araştırma ve kurtarma için o bölgeye gitti. Onlardan öğrendik ki, Kocatepe personeli bizim gördüğümüz infilaktan saatler önce gemiyi terk edip birbirine bağladıkları tahlisiye botları, can sallarıyla denize açılmış. Bir kısmını bizimkiler, bir kısmını da İsrail gemileri kurtarmış, 53 arkadaşımız ise şehit olmuştu. Güven Erkaya'yla karşılaştığımda onun büyük bir şok geçirdiğini gördüm. Rahmetli Güven Erkaya komutan personelini kurtaran kahraman bir denizcidir, bunlar yaşanmadan anlaşılmaz. Gemiyi terk etmeseydi de, 250 kişi havaya uçsa daha mı iyi olurdu?
Yazının Devamını Oku 28 Ekim 2002
Işık Biren Paşa çok zariftir, çok kibardır, çok şıktır, çok güler yüzlüdür, çok dosttur, çok komiktir, çok ciddidir, çok salon adamıdır, çok sempatiktir, çok yabancı dil bilir, çok gurmedir, ille velakin çok sır küpüdür. 41 yılını verdiği Deniz Kuvvetleri'nde gördüklerini, yaşadıklarını, duyduklarını en yakın dost meclisinde bile anlatmaz. Babası denizci albay olmasına rağmen annesinden gizli bahriyeli olduğunu anlatmaktan bile çekinir. 1 Ekim 1933 İstanbul doğumlu ‘‘Baba Işık’’ bir aylıkken Cumhuriyetimizin 10. yılı kutlanır. Hamidiye'nin okul gemisi olarak önüne demirlediği Deniz Lisesi'ne girdiği 1947'de Missouri İstanbul'a gelmiştir. 1952'de subay çıktıktan sonra 1955'te muhabere subayı olarak atandığı Giresun gemisinde başlar 41 yıllık bahriye serüvenine. Bu yıllar içinde branş subaylığından filo komutanlıklarına, NATO Akdeniz Müttefik Filo Komutanlığı'ndan Milli Savunma Bakanlığı Deniz Müsteşarlığı'na, Ege Bölgesi Sıkıyönetim Komutanlığı'ndan Kıbrıs Barış Harekatı Kurmay Başkanlığı'na ve Milli Güvenlik Konseyi Genel Koordinatörlüğü'ne kadar. Emekliye ayrıldıktan bugüne dek hálá koşuşturur Işık Paşa. Türk-Yunan sorunları heyeti başkanlığından Türk Amerikan Konseyi'ne, Net ve Alarko Holding yönetim kurulu üyeliklerine kadar. Baba Işık'ı Bağdat Caddesi'ndeki çifte korumalı evinde eşi Ülker, kızı Hülya'yla birlikte tam bir çapraz ateşe aldık. ‘‘Deniz Kurdu’’ sonunda insafa gelip ilk kez ağzını açtı. Bir fıkrayla çıkalım anılar yolculuğuna; Karadenizliye sormuşlar, ‘‘Bahriyeli olmak istiyorsun ama, yüzme bilir misin?’’ diye. ‘‘Ben yüzme bilmiyorum ama, koca bahriyenin gemisi yok mu yahu?’’ diye cevap vermiş.
Efendim galiba siz de bizim karavanadan yiyeceksiniz
Işık Paşa'nın sözde kulağı deliktir derler ama, Üsküdar'ı geçtikten sonra atı alandan haberi olmuş.
- 12 Eylül'ün olacağından 11 Eylül günü saat tam 17.00'de haberim oldu. O tarihte ben tümamiral rütbesiyle Milli Savunma Bakanlığı Deniz Müşteşarı'ydım. Odamda otururken müsteşar rahmetli Orgeneral Celal Bulutlar'ın beni çağırdığını söylediler. Odasından içeri girer girmez ‘‘Hayırlısı olsun, çok önemli bir göreve geliyorsun’’ dedi. Hemen kıta geldi aklıma, o günlerde harp veya mayın filoları komutanlığına tayinimi bekliyorum. ‘‘Bu gece idareye el konuluyor, sana 60 kişilik liste vereceğim, bunlar bakanlıkların yeniden organizasyonunda görev alacak. Kendilerine bir şey açıklamadan hemen Genelkurmay'a intikallerini sağla’’ emrini verdi. Açıkça söyleyeyim, o anda sevinemedim, ruhen demokrasi yanlısı bir insanım ama, öte yanda da millet birbirini vuruyor, Türkiye kilitlenmiş durumda. Cuntacı yanım hiç yok, bana verilen görevleri en iyi şekilde yerine getirmeye çalıştım. Genelkurmay'a gittiğimde Haydar Saltık Paşa geldi ve Milli Güvenlik Konseyi Genel Koordinatörü olarak göreve başlamam emredildi. Bu arada cumhurbaşkanlığına vekalet eden İhsan Sabri Çağlayangil'e tebligatı benim yapmam istendi. Hava, kara ve jandarmadan birer arkadaş alarak sabahın 05.00'inde damadıyla oturduğu evine gittim. Kapıyı pijamalarıyla açtı, karşısında üniformalı subayları görünce ilk sözü ‘‘Oldu mu bu iş?’’ oldu. Sonra meraklı gözlerle ‘‘Beni nereye götüreceksiniz?’’ dedi. Ben de evinde kalacağını, kendisine koruma verilip ihtiyaçlarının karşılanacağını söyledim. O anda İhsan Sabri bey, ‘‘Bana her gün Köşk'ten yemek geliyordu, o ne olacak?’’ dedi. Ben de hafif tebessüm ederek ‘‘Beyefendi bugünden itibaren herhalde siz de bizim karavanadan yiyeceksiniz’’ dedim.
AB’ye girme sürecimiz NATO’ya uyum çabamızı hatırlatıyor
AB'ye girmek Türkiye için çok yararlı ama, daima ulusal çıkarlarını daima ön planda tutacaksın. NATO'ya girdiğimiz ilk yıllarda muhabere subayı olduğum Giresun gemisindeki 350 kişiden 200'ü okuma yazma bilmiyordu. İki sene içinde 4 kuraya hem okuma yazma öğrettim, hem de vücut bakımından günlük hayata kadar çağdaş yaşam bilgilerini. Gemiler Amerikan malı olduğu için tuvaletlerin hepsi alafrangaydı, en büyük sorunlardan biri buydu. Ama şimdi ülke olarak geldiğimiz noktaya bakın, yıllar sonra ben NATO kuvvetlerinin komutanı oldum. 50 yıl önce lisan bilmediğimiz için elimize telefon almaya korkuyorduk, ama gün geldi ben Akdeniz NATO kuvvetinin komutanı oldum. AB'ye girme yolundaki çalışmalar bana geçen yarım asırda NATO'ya adapte olma çabalarımızı hatırlatıyor.
YARIN: KOCATEPE MUHRİBİ NASILBATTI
Yazının Devamını Oku 21 Ekim 2002
Denizli'den yola koyulup eski yoldan ‘‘radar kapanları’’na düşmeden Sarayköy'e geldiğinizde girişteki minik köprüden sonra hemen soldaki toprak yola girerseniz, Muammer Aksoy Caddesi'ne çıkarız. O anda burnumuza gelecek mis gibi filtre kahve kokusunu izlersek Çardaklı Metin Demir'i elimizle koymuş gibi bulacağız. 1974'te işçi olarak girdiği Alman şirketinin bugün yüzde 50 ortağı olan Metin Demir'i... İngiltere Kraliyet Ailesi başta olmak üzere dünyanın en ünlü zenginlerine altın kaplama faytonlar yetiştirmeye çalışan Metin Demir'i... Sarayköy'de bal dök yala temizliğindeki 600 metrekarelik atölyesinde konuklarını Amerikan kahve ve kruvasanla ağırlayan Metin Demir'i... Nostalji ile teknolojiyi buluşturan 45 yaşında kibar bir Türk zenaat ustası ve işadamı Metin Demir'i... Siz siz olun, ‘‘At arabası, ne olacak?’’ deyip geçmeyin, Metin Demir'in el emeği göz nuru 185 ayrı modeli olan faytonları gördükten sonra benim gibi içiniz geçer. Deri koltukları her yana yatıyor, ABS'si var, radyo, CD, teyp her türlü müzik düzeni son model, üstelik doğayla iç içe, çevreyi kirletmiyor. Metin Demir boşuna kasılmıyor; ‘‘Mercedes'e binmem, faytondan inmem’’ diye. Vallahi bunlara fayton demeye bin şahit ister.
Alman ustasına 15 yıl sonra ortak oldu
- Denizlili bir gurbetçi ailesinin çocuğu olarak 1973'de Almanya'nın Stuttgart şehrine 56 km. uzaklıktaki Haiterbach'a gittim. Orada meslek lisesinde okurken bir gün bisikletle önünden geçtiğim ‘‘Kühnle’’ adlı fayton ve kızak araba fabrikası dikkatimi çekti. Kapıyı çalıp içeri girdim, fabrikanın sahibi olduğunu söyleyen yaşlı bir adam benimle ilgilenip nereli olduğumu sordu. Yaşlı adam beni dinledikten sonra, ‘‘Delikanlı ben seni sevdim, bugüne ne Türk tanıdım, ne de yanımda çalıştı, bu işi öğrenmek ister misin?’’ dedi. Sevinçle kabul ettim ama, okulumu bitirdikten sonra işe başlayacağımı söyledim. 1988'den sonra yaşlı ustam ve patronum öldü, yerine oğulları Gustav ve Paul geçti. Daha sonra beni firmaya ortak aldılar. 1995'te bu işi bir Alman arkadaşımla ortak olarak Türkiye'de yapmaya karar verdim ve buraya geldik. Simdi ise gördüğünüz gibi 400 metrekaresi açık alan, toplam bir dönümlük tesisim var.
Yerli esnaftan yana çok dertli
- Buraya gelmeden bilemezdim. Bizim yerli esnafla uğraşmak dert; çoğu da yalancı. ‘‘Tamam abi yaparız’’ deyip beni kapılarında süründürüyorlar. Ben kimseye yalan söyleyemem, biz yalan nedir bilmeyiz. Almanya'da işçi olmak, Türkiye'de patron olmaktan çok daha iyi. Orada saatin tıkır tıkır çalışır, işini yapıp paranı cebine koyarsın. Bunların başıma geleceğini bilseydim, vallahi buraya dönmezdim; yalandan dolandan, elektrik kesilmesinden illallah.
185 çeşit fayton ve kızak
Tam 185 ayrı çeşit fayton ve kızak modelimiz var; isteyene 6 kişilik kraliyet arabası, isteyene çift atlı gezi faytonu, isteyene iki kişilik yarış arabası. 1985'ten beri sıfırdan yola çıkıp bu kadar modeli tek başına yaratan benim.
Kraliçe Elizabeth için Almanya'da yaptığımız kadife kaplı orijinalin aynısı faytonun yapımı 6 ay sürdü. İlk başta faytonunu kullanan kişi için neden öne değil de arkaya yer istemelerinin nedenini anlayamadım. Sonra söylediler ki, meğer Kraliçe'nin önünde kimse olamazmış.
Arabaların hepsinde Mercedes beyinli ABS var. Frene bastığınız anda fayton yerinden milim kıpırdamaz. Normalde kontağı kapattığın zaman frenler şişer ve hiç tutmaz. Benim yaptığım faytonlarda ise bu frenler inadına tutar. Ne aküsü, ne de motoru var ama, ABS frenler yine de kilitleniyor. Yener bey, nasıl olduğunu hiç sorma onun sırrını bana bırak.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2002
Daniel Harari'nin bizi, sahibi olduğu Lectra'nın Fransa'nın Bordeaux kenti yakınlarındaki orman içinde kurulu Lectra tesislerinin kapısında göndere çektirdiği Türk bayrağıyla karşılaması çok etkileyiciydi doğrusu. 14 yıldır Türkiye'deki ofisini özenle koruyan, Türk görünce, Türkiye denince gözleri parlayan Daniel bey, Kahire doğumlu 48 yaşında ünlü bir Fransız işadamı. ABD ve Fransa'da okullar bitirip finans ve ekonomi mastırları yaptıktan sonra ağabeyi Andre'yle birlikte Lectra adıyla çıkmış dünya pazarına. İşler iyi gitmeye başlayınca şirketi halka açıp bu kez borsada adından söz ettirmeye başlamış. Daniel beyin asıl şöhreti ‘‘Bilgisayar Destekli Tasarım (CAD-CAM)’’ adlı teknolojiyi tekstilden konfeksiyona, mobilyacılığa, hatta Formula 1 otomobillerine kadar uygulamasından. Kenzo'dan Louis Vuitton'a, Yves Saint Laurent'dan Givenchy'e kadar dünyanın en ünlü firmaları bilgisayar çağının nimetlerinden onun programları sayesinde yararlanıyor.
Türk dostu, dünyaca ünlü bu Fransız işadamından Türk tekstilinin bugünü ve yarınını dinledik, çevremizde koşuşan minik sincaplarla. Daniel bey Divan'ın geleneksel çifte kavrulmuş lokumlarını atıştırdıkça ağzı daha da ballandı. Çalışma arkadaşlarının hep asık gördüğü esmer yüzünde güller açtı. Ceketsiz dolaşmadığı söylenen beyefendi kravatını fırlatıp attı. Hatta son yeniliği üçboyutlu ‘‘body scanner’’in kabininde birlikte vücut ölçümüzü aldırttı. Paris'ten sözün özü odur ki, Daniel bey gibi dostları bozuk para gibi harcamayalım. Bu devirde Fransa'nın dünyaca ünlü işadamları arasında Türkiye için böyle konuşanlar çoğunlukta değil.
Yabancı yatırımcılara kolaylık göstermek şart
- Türk müteşebbisinin, yöneticisinin düzeyi, Avrupalıdan daha yüksek, ekipler daha kaliteli; şirket organizasyonları çok başarılı. Tek olumsuzluk ekonomik ortam, paranın istikrarsızlığı. İşçilik maliyetiniz Avrupa ile Doğu Avrupa'da yeni gelişmekte olan ülkelerle Çin arasında. 15-25 yaşlarım arasındaki tatillerimi hep Kuşadası, Foça ve Kemer'de yaptım. Her keresinde Türk insanının kalitesine hayran kaldım. Lectra kendi sektöründe 14 yıldır Türkiye'de şubesi olan tek şirket, bu Türkiye'ye inancımızın kanıtı. Giyim ve tekstil endüstrisinin başarıya ulaşmasını istiyorsanız, yabancı yatırımcıya kolaylık getirmeniz, bazı vergi avantajları sağlamanız şart. İnsanları kısa vadeli düşünmek zorunda bırakan yüksek enflasyondan korkmadan yatırım yapabilecekleri bir yola ihtiyaç var. Bana göre Türkiye'nin ekonomik başarısının anahtarı bu...
Türkler Pazarlık yapmaya bayılıyor
Türkiye'nin AB'ye girmesi gerektiğine kesinlikle inanıyorum, zaten zihniyet olarak Avrupalısınız. Türklerin en ilginç yanları pazarlık yapmaktan aşırı derecede hoşlanmaları, bayılıyorlar. Daha makinenin ne işe yaradığını öğrenmeden fiyatını sorup, ne kadar indirim yapacağımızı soruyorlar. Ben pazarlığın insanlarının kanında olduğu ülkelerde bulundum, Mısır doğumluyum, iyi de pazarlık ederim. Ama çok uzun pazarlıklar beraberinde çok da hata getirebiliyor.
24 yaşında Kaliforniya'da uçak kullanmayı öğrendim; bu nedenle hiç uçaklardan korkmadım. Aklıselim sahibi olmayan, kapalı insanlardan hoşlanmıyorum. Benim için bir söz kontrat imzalamaktan önemlidir, dünya bilir ki sözüme her zaman saygı duyarım.
Batıda kültür düzeyi yüksek, ama sizdeki gibi büyüleyici bireyleri yok
- Türkiye birkaç yılda kilit ülke olma şansını yakalayacak, bunu da hak ediyor. Bunları iltifat olsun diye söylemiyorum, ben gerçekçi bir işadamıyım. Türkiye hem Avrupa gibi büyük bir pazara yakın, hem de bizim yakın geçmişteki hatalarımızı tekrarlamayacak. Gerçekten büyük bir kültür avantajına sahipsiniz. Hele o güzel, değerli insanlarınız. Kuşadası Club Med'te bir pareo yapan bir Türk genciyle tanıştım, 8 yabancı dil konuşuyordu. Arkadaş olduktan sonra bana tatilini bedava getirmek için bu işi yaptığını söyledi, şok geçirdim. Biz aptal gibi sadece tek bir yabancı dil öğreniriz, en çok iki olur. Bu çocuk 8 lisanı anadili gibi biliyor, buna rağmen tatil masrafını çıkarmak için pareo yapmaktan gocunmuyor. Fransa gibi oturmuş ülkelerde ortalama kültür, ortalama yaşam yüksektir ama, buralarda gelişmekte olan ülkelerdeki kadar büyüleyici bireyler bulamazsınız... Avrupa ve ABD giyim şirketlerindeki insan kalitesi, Türkiye'de bulabileceğimizden daha yüksek değil. Türkiye tişört gibi kolay ürünlerde çok başarılı ama, çok karmaşık olan giyim endüstrisinde henüz beklenen noktada değil. Sofistike ürün, mutlak bilgi ve çok teknoloji demektir. Cerruti ya da Zegna gibi kostüm yapmak istiyorsanız işiniz çok daha zor.
Bir müteşebbis olarak parayı şirketin kanı olarak düşünürüm. Parayı para olduğu için asla sevmem, Lectra hisseleri dışında bir şeyim yok. Lectra'dan bugüne kadar tek bir Amerikan Doları bile almadım, kağıt üzerinde zenginim. Yaşamımda lüks sınıf seyahat ettiğim de olur, spagetti yediğim de, benim için hiç problem değil.
Yazının Devamını Oku