Yaşar Sökmensüer

Siz kimseniz?

29 Ekim 2011
KIRIKKALE Keskin’deki adı “Hayvanat Bahçesi” olan, ancak hayvanların açlıkla, hastalıkla, ölümle boğuştuğu “toplama kampı”, Ankara Hürriyet’in ısrarlı haberciliğiyle sonunda kapandı.

Hayvancıklar da en azından iyi-kötü doyacağı, ayaza karşı barınacağı yerlere dağıtıldı.

* * *

Zaten hep dağıtıyoruz, kovalıyoruz hayvanları sağa-sola...
Köpekleri kovalıyoruz sokaklardan.
Sitelerden kedileri kovalıyoruz. Hani sesleriyle o derin uykunuzu bölen kedileri...
Kara kışta arabanızın sıcak kaputuna uzanıp da, koruyucu cilanızı örseleyen.
Hani o nankör, o aç gözlü, kedileri kovalıyoruz.

* * *

Yazının Devamını Oku

Ah, olmasaydı sonumuz böyle

28 Ekim 2011
İTALYAN yönetmen Federico Fellini, 18 yıl önce 31 Ekim’de hayata veda etti.

Adı, belki isminin melodik etkisi nedeniyle bilinir de, Avrupa sineması tutkunları, sinemayı bir “sanat” olarak da izleyenler dışında Fellini’nin filmlerini, özellikle Amarcord’u (Anımsıyorum) seyredene pek rastlamadım.
Benim en sevdiğim filmlerin arasında gelir.

*

İtalya’da faşizm yükselmektedir. Liman şehri Rimini’de solcular seslerini duyurmak ister.
Bir çan kulesine gramofon koyarlar gizlice. Ve gramofona da o plağı; Enternasyonal’i...
Şehrin küçük meydanında önce plağın çıtırtılı, hafif sesi duyulur.
Sadece kemanla, bir hafif müzik şarkısı gibi,  -usulca- seslendirilen marş, ölümünü bekleyen bir hastanın çevresindeki sessiz-yumuşak hüzün gibi kaplar meydanı.

Yazının Devamını Oku

Müzik yara sarar

27 Ekim 2011
ANI olamayacak kadar canlı sesiyle müziğin yaşayan efsanesi Alpay, ulusal gündemimizden eksik olmayan “matem” günleri için farklı bir öneri getirdi.

Malum, “yas” nedeniyle konser, etkinlik, programlar vb. iptal edilir.
Çoğu kez de klişe bir açıklama eklenerek, etkinliğin iptal edildiği kamuoyuna bir güzel duyurularak, duyarlılık ve sorumluluk “iptal” ile savılır.
Alpay da önce terör, sonra deprem nedeniyle her çarşamba akşamı Piano Restoran’da yaptığı programını son iki hafta iptal etti. Hassas yüreği, içi almadı...
Ama manşetimize aldığımız açıklamasında, aslında “olması gereken”i de mütevazı bir söylem ile özetliyor. Ki, tümüyle katılıyorum.

* * *

Yardım konseri deyince aklıma hemen İrlandalı müzisyen Bob Geldof’un organizasyonuyla düzenlenen “Live Aid” etkinlik zinciri geliyor.
Çeyrek asır önce Afrika ve özellikle Etiyopya için düzenlenen konserden 100 milyon dolar gelir sağlandı. Daha sonra 2005 yılında, Sting, Clapton ve Collins’in yanısıra Led Zeppelin, Dire Straits, Queen, Black Sabbath, Sade, David Bowie, Nick Kershaw, George Michael, Bryan Adams gibi daha onlarca isim sekiz ülkede konserler düzenledi.

Yazının Devamını Oku

Sevmek ve ölmek zamanı

26 Ekim 2011
ATTİLA İlhan, altı yıl önce 11 Ekim’de ayrıldı hayattan. “An gelir Attila İlhan ölür” demişti, öldü 80 yaşında...
Ölümünü, “Elde var hüzün” başlığıyla duyurdu bazı gazeteler.
Ama ben onu, son döneminde biraz yaşlanan belki onun için daha da derine inebilen sevda dizeleriyle hatırlıyorum.

Şubat 2001’de Sevgililer Günü’nü yeni kitabı, “Kimi Sevsem Sensin” ile karşılamıştı:
“Kimi sevsem sensin /hayret /sevgin hepsini nasıl değiştiriyor
gözleri maviyken yaprak yeşili /senin sesinle konuşuyor elbet
kimi sevsem sensin /hayret /senden nedense vazgeçilmiyor
herşeyi terkettim /ne aşk ne şehvet
sarışın başladığım esmer bitiyor.”
İlhan 76 yaşındaydı, sanki bir “bilanço” niteliği de taşıyan bu dizeleri yayınladığında...
“Sevmek için geç ölmek için erken” diyordu, itiraf gibi bir dizesinde.

Yıllar akıp giderken, unutulmayacak günler hatta aylar deler bazen insanı içine çeken unutuş girdabını.
Hafızanın çırpındığı koyu karanlıkta, o delikten incecik bir ışık sızar insanın içerlerine...
Kayan bir yıldız gibi, kopar gelir karanlığın içinden.
Çakar, aydınlatır...
Küllenen sevgilerin içinde saklanan “kor”u da bazen çakan bir kıvılcım, “çakan bir şimşek gibi” açığa çıkarır.
Aydınlanır insanın içi bir an:
“Aydınlık neyin oluyor senin /gökyüzü akraban filan mı
beni bulur bulmaz gözlerin /şimşek çakıyorum yalan mı...”

Onunla aynı gün ama 26 yıl önce ölen Orson Welles de, “Ben genç olmanın ne demek olduğunu biliyorum fakat sen ihtiyarlığın ne demek olduğunu bilemezsin” diyordu, aynı “gam”dan...
Yanılmışlar; bazı şeyler ihtiyarlamıyor.
Yazının Devamını Oku

25. yıl fast olsun

25 Ekim 2011
ENTERESAN bir yıldönümünü fark ettim, arşivlere bakarken... Türkiye’nin ilk McDonalds’ı tam çeyrek asır önce 24 Ekim’de İstanbul Taksim’de açılmış.
O gün doğanlar bugün 25 yaşında yani...
Yaşları tamam da, kiloları kaçtır, ne durumdadır bilemiyorum. Ama Sağlık Bakanlığı’nın “obezite çanları”nın kimin için çaldığını kestirmek zor değil.
Sonra markasıyla, “burger”i ile, pizzasıyla-dilimiyle, patatesi, hardalı ketçapıyla dağ gibi büyüdü fast-food sektörü...
Yemek yeme kültürü, beslenme trendi değişti. “Ev yemeği” özellikle gençler için “out” olmuştu ki, bu kez de ev yemekleri lokantaları açılmaya başladı.
Yıllar önce Murat Belge’nin sorusu, ironik biçimde özetliyor meseleyi aslında:
“Oturduğum sokakta bir ev yemekleri lokantası açıldı. Peki evde ne yeniyor?”

Şehir hayatı, -yabancılaşmayla birlikte- değişen bir toplumsal mönüyü masaya koyuyor aslında.
Ev yemekleri, yani evde pişen yemek bile, özel bir restoran dalı oluyor.
Çünkü evde fast-food, konserve, yani “pratik ve hızlı” çözümler yaygınlaştı. Siz diyin çalışan çiftlerin, zaman sınırlamasının etkisi, ben diyeyim yemek pişirme kültürünün kendini yeniden üretememesi...
Maharet istemeyen, tat keyfinden, yemek sanatından uzak yemekler...
Mimaride nasıl “evler ve evde yaşama sanatı” yerini, sadece “barınma” ihtiyacını karşılayan dört duvar bloklara bıraktıysa, yemek de artık prefabrik.

Belki bir süredir fast food kalemleri arasına giren “kır pidesi” de, tesadüf değil.
Hanı kır kalmadı, piknik bitti, pidesini verelim gibilerinden...
Demli ve demleme çayın yerini “sallama” çaya bırakması gibi.
Porselen çaydanlıkta, özenle demlenen çay, bir çok örnekte artık bardağa sallanan mini bir poşete bıraktı yerini. Ama sallama çayın muhabbeti de sallama oluyor, elbet.

Tamam. Teknoloji hayatımızı kolaylaştırıyor.
Yemek yapmaktan kurtularak, yeni özgür zamanlar yaratabilir insan.
Ama bu boş zamanlarda ne yaptığı önemli. Hatta bir şey yapıp, yapmadığı...
Eğer örneğin yemek yapmak yerine yaratılan zaman, bir şey eklemiyorsa insana.
O zaman bir şeyler eksiliyor olabilir.
Mesela yaşamdaki incelikler. Ki incelikler, bazen demli bir çayda, bazen şarabın yanına hazırlanmış özenli bir tatta da gizli değil mi.
Yani “tabldot” olmayan ayrıntılarda...
Yazının Devamını Oku

Çocuğa karşı suçlu bir halk

23 Ekim 2011
KÜÇÜCÜK bir oğlan çocuğu, gözünden belli belirsiz yaş damlıyor, hüznünün nedenini sorar gibi bakıyor öylece...

Hatırlayacaksınız o “milli” posterimizi.
Bir ara tüm kahvelerde, varoşlarda, takvim kapaklarında vardı.
Posterin yağlıboya taklidi, varlıklı evlere de sızmıştı...
Herkes çok sevmişti o “ağlayan çocuğu”.
* * *
Posterleri her dem farklı duvarlara yerleşen Fatih Sultan, Yılmaz Güney, Che Guevera değil, Kıbrıs harekatı sırasında basılan miğferli Ecevit de değil. Sporcu değil, Playboy kızı, rock yıldızı değil...
Gözünden usulca yaş akıtan bir çocuk...

Yazının Devamını Oku

Pembe bisiklet mavi sokaklar

22 Ekim 2011
KADINLARI her anlamda eve kapatan zihniyetin, en kullanışlı, en yaygın araçlarından birisi ulaşımla ilgilidir. Mekanı, zamanı uygun düşer, Suudi zihniyetteki gibi kadının eşi, babası, kardeşi filan olmadan tek başına seyahat etmesini engeller.
Yeri gelir, kadın ve erkeğin bindiği otobüsler ayrı tutulur...
Ya da geceleri toplu ulaşımın olmaması, en önce -sosyo-ekonomik bağımsızlık sorununu çoğu örnekte aşamayan- kadını eve kapatır.
“Tek başına taksiye mi bineceksin?” ile başlar sorgulama, “gece gece...” nakaratıyla sürer gider.

Kadını dışlayan, öteleyen zihniyetin ulaşımdaki, trafikteki yansımasını yıllardır birebir ve her gün yaşıyoruz.
“Ağır olup da molla görünmesi” için ille kafasına sarık takması gerekmez erkek sürücülerin.
Kadın sürücülerle ilgili aforizmalarına, “cinsiyetçi geyikler”ine bakmak yeter.
“Park edemez, frenle gazı fark edemez” tekerlemesiyle muhabbet açan, kahkaha atan “erkek çocukları”nın sayısı da, yaşı da tahmin ettiğimizden büyüktür bizim ülkede.
Ayrımcılık bir yana, en azından sancılı bir hazımsızlık sorunudur hala kadın sürücü meselesi...
Popüler geyiklerden birisi de, “kadın bisiklet kullanamaz” yargısıdır.
Bu geyiğe boynuz uzatanların hiçbirisi, çocuklukta evin hangi çocuğuna önce bisiklet alındığını düşünmez.
Erkek çocuğa “alem bu, kral da sensin” deyip yol (gaz) verilen sünnet töreninin en popüler hediyelerinden birisi, bisiklet değil midir?
“Yürü, kim tutar seni”dir, anlamı...

Yollar, sokaklar, caddeler erkeklerindi, artık değil.
Kadın sürücüler sayılarıyla da yolları zaptetti. Dikkatleri, kurallara uymaları, ehliyetsiz araba kullanmamaları, ölümcül kazalarda yok denilecek kadar düşük istatistik oranlarıyla da...
“Pembe Bisiklet Hareketi” ise, cinsiyetçi erkek geyiklerinin son “kale”sini deviriyor masaya...
Kadınlar “şeytan arabası” da kullanır, hem de topluca, hep birlikte kullanır.
Kadınların trafiğe, caddeye, sokağa akması, trafikteki tüm şeytanlıkların, canavarlıkların da köküne kibrit suyudur.

Onların rengi pembe... Giderek tonları açılsa da, hala “mavi”ye çalan sokaklarda büyüyorlar.
Edip Cansever’in o uçsuz-bucaksız dizesini de eklemek istiyorum renklerine:
“Bir kadın da değilsin, bir kişi de değilsin
Bir kuş olsa mavilik derdi buna...”
Yazının Devamını Oku

İdam ve müebbet

20 Ekim 2011
NE zaman genç ölümler düşse sayfalarımıza, aklıma Ruhi Su’nun türküleri gelir. Keskin taraflarından bir türkü...
O eski 45’likten, Keskin’de 20 yaşında ölen Sefer’ in hikayesi çığlıklanır Ruhi Su’nun bas sesiyle...
Şöyledir türkünün hikayesi:
Sefer 20 yaşına gelince Hatice ile evlenir. Ama 3 ay sonra vereme yakalanır.
Ankara’ya yollarlar çare olsun diye:
“Trene bindim de tren salladı /Zalim doktor ciğerimi elledi.” Çare, ilaç bulunamaz “ince” derdine, aynı yıl, 20 yaşında ayrılır “yalan” dünyadan:
“Ankara’da yedik taze meyvayı
Boşa çiğnemişim yalan dünyayı
Keskin’den de sildirmeyin künyeyi
Söyleyin anama anam ağlasın
Anamdan başkası yalan ağlasın.”
Her şehit haberi, bana bu türküyü (de) hatırlatıyor. Ve tümü 20 yıl süren, gencecik bir ömrü...
Bu ülkede yaşanan acıların soyağacında gençler oldu hep... Kırk yıldır böyle...
70’lerde vurulan, asılan gençlerin suretleri de, o soyağacında yaşlandı...
80’lerde vurulanların, asılanların, ardından yıllardır aralıksız vurulan, pusuya düşen/toprağa düşen gençlerin...
Yirmili yaşlarında askere gidip de dönemeyenlerin o kısacık ömre sığan hikayelerini okuyoruz her gün sayfalarda.
Küçük ama sahici cümlelerle, tefrikaya dönüşen hikayelerini...
Yine kulaklarımda Ruhi Su’nun sesiyle ağıtlanıyor dizeler:
Hepsinin köyünde artık gözyaşıyla “dolu testi, anneler babalar ümidi kesti”...
Hepsinin başucunda “bir uzun selvi /kimisi nişanlı, kimisi evli”...
O gençlerin hepsi yaşlarını o soyağacında alıyor, orada “yaş”lanıyor.
Biz de o ağacın karşısında yaşlanıyor, acıyla, hüzünle, “yas”lanıyoruz...
Tüm ömrü sadece 20 yıl olanlar, hayatı, gençliği sadece 3-4 yıl yaşayanlar bir yanda...
Yarım asırdır, tüm ömrü boyunca bu genç ölümleri izleyen “büyük”ler, biz bir yanda...
Onlarınki bir tür idam, bizimki müebbet... Müebbet kedere, o “sis”e, o “sus”a- “pus”a mahkum bir nesildir, bizim bütün hikayemiz.
Yazının Devamını Oku