Şimdi karın nereye, nasıl yağacağı, bir hafta önceden belli oluyor.
Ateşin kulaktan ölçülmesiyle bebeler için gözüyaşlı bir çağı daha kapatan teknoloji furyasında, Meteoroloji de ölçümlerinde pek ıska geçmiyor artık.
Karın gelişini, 5 günlük hava tahmin raporlarıyla izlemek, şüphesiz kullanışlı...
Lâkin hikayesi, insan, canlı manzaraları için yine sokaklar lâzım bize.
Karın, ayazın kime, nasıl geldiğini de, oradan hissediyoruz zira.
* * *
Yılbaşı biletleriyle nefes alan Milli Piyangocu, epeydir kahvelere, meyhanelere yöneldi misal.
Talih Kuşu
Kadehine uzanmak için kıpırdadı ve bozdu sessizliğini:
“Yılbaşını dışarıda geçirmeliydik...”
Önce iç çekişinin sesli olmasını engelledi kadın, ardından yavaşça yanıtladı adamı:
“İlişkimizde, ‘dışarıda’ diyebileceğimiz hiç bir yer kalmadı artık. ‘Dışarı’ya gittiğimizde, her yeri ‘içeri’ yapıyor birlikteliğimiz. Artık bizim için ‘dışarı’ yok, her yer bu dört duvar.”
“Ustalıkla seçtiğin kelimelerin, yeni yılın ilk kavgasına hazırlandığımızı haber veriyor bana” diye söylendi adam, sesini kontrol etmeye çalışarak.
“Bir kez olsun, kelimelerimle kavga etmemeye çalış” dedi kadın. Karşısındaki adamla değil kendi kendine konuşur gibi... Usulca, çengelli iğne gibi ekledi:
“Bir kez olsun o kelimeleri cümle yapan hâlimizi, gerçekleri düşün. Bizi kelimeler değil, hikayemiz getirdi buralara...”
“Gerçekler”
Bazılarını, çok ama çok azını bir kaç başlık, bir kaç satır arasıyla medyadan öğreniyoruz.
En çok neleri, nasıl severdi, neyi özlerdi, sohbeti coşturur muydu herkesi, yoksa boynu büküktü mü biraz. Efkârı nereden gelir, nerelere uzanırdı...
Başı mı dönerdi iki bira içse, ustası mıydı türkülerin... Öldükten sonra, hepsi bir kaç cümle, bir iç(e) çekiş.
Çoğunun hikayesi, yakınındaki bir kaç kişinin kırık-dökük kelimeleriyle hatıra külliyatına ilişiyor. Ve her geçen yıl, usulca soluyor evrak-ı metrukesi...
İnsan unutur çünkü, yahut “hatırlama” periyotları seyrelir zamanla...
Ki, giderek daha az “hatırlamak”, belki de büyük acıların tek bünyesel panzehiridir.
* * *
Dayanılmazdır başlangıçta... Can alan felâketlerin çoğu,
Korkunç cinayetlerle, terörle yanan yürekler öyle bir karşılık, bir nebze “tatmin” bekliyor.
“İdam isteriz” pankartlarını her gördüğümde, 60’ların, 70’lerin, 80’lerin idamları geliyor aklıma...
Mesela, belki Başucumda Müzik romanının da etkisiyle, darağacında taburesini kendi tekmeleyen Fatin Rüştü Zorlu’nun net silüeti...
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan...
En kullanışlılarından birisi de test şüphesiz. Hepsinin şıkları, birbirinden şık...
Son yazımda bu mevzuya değinmiştim biraz. Meftunu olmayan üzerine alınmasın.
Lâkin beğeni arenasına adım atarken asıl soru, “Nasıl biri olmalıyım ki, beğenilebileyim” meselesi...
Ki bu borsa da, konuya “içeriden” vakıf olmayı (insider trading) gerektiriyor.
Masterı facebooktan, doktorayı twitterdan tamamlayıp, mezuniyet “test”lerine de oralardan giriyoruz şükür.
Bazen bir “akıl-fikir” testi veriyor notumuzu...
Bazen akıl-fikrimize gelen beğeniler, gülücükler, kalpler, paylaşımlar...
“Hâl ve gidiş” notu açık-seçik-saçık ortada zaten.
Sevgi, şefkat dışında sırtını yaslayacağın çok şeyin yoktur.
1997 yılıydı. Eşim, sınıf öğretmeni olarak Uzunbeyli Köyü ilkokuluna tayin oldu.
Milli Eğitim Bakanlığı’na birlikte gittik gerekli evrağı almak için.
Görev yerini sordu memurlar.
Uzunbeyli Köyü deyince biraz tuhaf baktılar bize.
Sanki acıyarak ya da şaşırarak…
O an bir anlam veremedik.
Yola çıkınca çözdük
Sorusunda, seslenişinde, otoritenin, mesafe-sınır tanımazlığın, küçümsemenin, “hizaya getirmenin” en çok sevdiği ve en masum görünen kelimelerinden biri, yani “sen” var:
“Mesleğin ne senin?”
“Yazarım” diyor kadın.
Hakim, “Yaz kızım” diyor mahkeme katibine, “Ev kadını”...
Ve o bitmek bilmez sorgularda, duruşmalarda kimbilir kaç kez soruyorlar ismini:
“Adın ne senin?”
“Sevgi...”
* * *