Bizzat yaşanmış, “aile içi şiddet”te yen içinde kalmış, öfkeden çok neredeyse mahçup, utangaç, her kelimesini ayrı ayrı yüklenmiş cümlelerdir çoğu.
Normal bir aklın alamayacağı şiddeti, nereden peydahladığı belirsiz kibirle donanmış aşağılamaları anlatırken, ar ederler.
Pürtelaş, kulağı kapı zilinde yazılmıştır sanki.
İsim bulunmaz pek, bazen sadece semt yazar. Kiminin -adresi saklı- sığınma evidir geçici yuvası...
“Evrak-ı metruke”dir, hepsi... Çoğu unutulur, dilsiz istatistiklerde, kapısız adreslerde metruk kalır.
* * *
Gazetelerde önce ad-soyadlarının baş harfleriyle tanırız o kadınları.
Ş.E.’dir, A.S.’dir, şiddet gören yüzü mozaiklenmiştir.
Tanıl Bora Birikim Dergisi’ndeki yazısında bu değerlendirmeyi bir Avusturya gazetesinden okuduğunu vurgulamıştı.
Ki bu, Avrupa’da tacize uğrayan kadınlarla ilgili sayısal bir projeksiyon... Sadece Avrupa ülkeleri yani.
Popülasyon dünyada tacize uğrayan, şiddet gören kadınlar olarak belirlense, belki ortaya çıkan “ülke” Çin’i açık ara sollayacak.
* * *
Bora, aynı makalesinde AB çapında yapılan bir araştırmanın verilerini de aktarıyor.
Buna göre Avrupa’da, her üç kadından biri şiddet görüyor. İki kadından birisi ise tacizle yüz yüze...
Bu kara listede Türkiye, şiddet, taciz bir yana “kadın cinayetleri”yle öne çıkıyor.
* * *
Tarzımız, giyimimiz, saçımız-başımız, duruşumuz, kelimelerimiz, hayallerimiz, “heybe”lerimizdeki nesneler, cebimizdeki paralar-kartlar, tebessümümüz-kahkahamız, hatta bakışımız bile farklı bazen.
“O” hayatı başka yaşıyor, “biz” hayatı başka. Yahut “o” başka hayatı sürüyor, “biz” bambaşka...
Zihniyet dersen; “o” zaten çok farklı “biz”den.
Eller öyle dağıtılmış; beş benzemez…
* * *
Sıkça omuz atıyoruz onlara, olmadı dudak büküyoruz.
Omuz yediğimiz de oluyor elbet. “O”na göre “biz” de farklıyız çünkü; “öteki”yiz, karşılıklı.
Bu külhan âlemde,
Severler birbirlerini, evlidirler, mutludurlar, uyumludurlar. Yolundadır herşey.
Lâkin bir gece yürürlerken aniden herşey değişir.
Bambaşka bir kadındır karşısındaki...
Annesinin, babasının tüm itirazına rağmen onunla evlenen, elinden tutup onu o yola bizzat sürükleyen, içindeki koru körükleyen o kadın, birden bire yok olmuştur sanki.
Yok da olmamıştır üstelik, karşısındadır adamın.
Ama yüzü, saçları, bedeni, kokusu, ses tonuyla aynen karşısında duran kadın, artık karısı, sevgilisi olan “o kadın” değildir.
* * *
“Edward,
Hatta, adı olanlara bile yeni isimler buluyoruz kendi dünyamızdan:
“Ben ona İbrahim değil İbişim derim...”
“Ad koyma”da egemenliğin ebeveynlere kaldığı ana alan ise çocuğunun ismini seçmek.
Lâkin tercih, siyasetten modaya, muhafazakardan postmoderne, tarihten geleceğe, yerelden uluslararasına dönemin rüzgarından da etkileniyor tabi.
* * *
Haberlerden öğrendik; bir vatandaşımız yeni doğan kızına referandum rüzgarında “Evet” ismini vermiş.
Haberde 3 eşli, 8 çocuklu babanın diğer evlatlarının ismine yer verilmemesi kanımca büyük eksiklik.
İklimi, süreci daha iyi anlayabilirdik.
Kuşağım “en hakiki meyhaneleri” -neyse ki- ucundan yakaladığı için, bilirim de severim.
O farklı havasını yahut o farkın kırıntısını nerede görsem tanırım.
Eskişehir’de 47 yıldır varlığını koruyan Regulateur Restaurant’ta karşıma çıkan ev yapımı hardal, kızartılırken hiç yağ çektirilmemiş patates köftesi, beni bir anda AOÇ Merkez Lokantası, eski Gar Lokantası ve Bahçelievler 7. Cadde’deki Kokteyl Restaurant’a taşır.
Lâkin Ahmet Telli’nin hüzünlü bir ironiyle şahane dile getirdiği gibi, yok olup gitmiştir çoğu:
“Ama artık meyhaneler kalmadı Ankara’da /Belki bundandır Cemal Süreya’nın Kızılay’da /Huzursuz bir zürafa gibi dolaşması...”
* * *
Çoğu kapandı o meyhanelerin yahut kılık, mutfak değiştirdi.
Ankara’da yitirilen, yok edilen onca şeyin arasında, kapanan, kaybolan meyhanelere ayrı üzülürüm.
İstanbul’da peşpeşe yaşanan “kedi evi” vakalarına bakın.
Psikolog Alper Engeler, daha önce Moda’da kaldırıma yaptığı “kedi evi” yüzünden tartıştığı Hızır Erdoğan tarafından bıçaklanarak öldürüldü.
Üsküdar Ünalan Mahallesi’nde sokağa kedilerin sığınması için kutu bırakan gençler saldırıya uğradı.
Videosunu izleseniz, saldıranların öfkesinin 100 yıllık kan davasından beslendiğini sanırsınız.
* * *
Bu hastalıklı öfkenin, pervasız saldırganlığın tüm semptomlarını, trafikte de görmeniz mümkün.
O en ot bitmemiş, bakımsız bahçeleri karlar kraliçesinin ülkesine çeviren doğada, trafik manzaraları yine bir halta benzemiyor.
Yollarda kara-buza, 4 mevsim âleme meydan okuyan sürücülerin, sulusepken haleti ruhiyesi mesela.
Her şey kızak olabilirdi meselâ, hatta -az mucitlikle- kayak. (Murat’ın tokyo bantlı tahtadan kayağı -düşe kalka- aklımızdadır)
Yokuşlardaki doğal buz pistlerinde ise, zaten köselesi aşınmış her ayakkabı paten.
Sıkıştırdın mı mühimmat gibi depolanan, kartopu da vardı bedavadan.
Heryeri saran malzemesiyle, Kok kömürü gözlü, Beypazarı havucu burunlu kardan adam da...
Karda yakılan ateşin çevresindeki muhabetler, közüne gömülen patatesler, ekstrası...
Yani karda heryer bir zamanlar Kış Lunapark’ıydı biletsiz.
* * *
Zaman hızla geçti... Şiir oldu, şarkı oldu o günler;