Paylaş
Korkunç cinayetlerle, terörle yanan yürekler öyle bir karşılık, bir nebze “tatmin” bekliyor.
“İdam isteriz” pankartlarını her gördüğümde, 60’ların, 70’lerin, 80’lerin idamları geliyor aklıma...
Mesela, belki Başucumda Müzik romanının da etkisiyle, darağacında taburesini kendi tekmeleyen Fatin Rüştü Zorlu’nun net silüeti...
Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan...
Hani hep “Adil yargılansalardı...” deyip eklediğimiz soru işaretleri, “keşke”ler.
* * *
Hiçbirisinin görüşünü, amacını filan paylaşmanıza gerek yok.
Sadece darağacında öldürülen insanlar olsun meseleniz...
Tam 36 yıl önce bugünlerde asılan Erdal Eren de, koca bir dönemin, kaosun, kurucuları hâlâ tam aydınlatılamayan kanlı bir “oyun”un tüm bedeli omzuna yüklenen insanlardan birisiydi.
Darağacına 17 yaşında, 13 Aralık 1980’de çıkarıldı.
Bugün yaşasa, 50’lerinde olacaktı...
* * *
Gerçekten suçlu olup olmadığı, karartılan, yahut hiç incelenmeyen deliller, cezanın orantısı vb. infaz edilen diğer bir çok insan gibi, bugün hâlâ çok tartışmalı, hatta geçersiz.
İdam cezası olmasa, 17 yaşında kaç yıl yatar, çıkardı... Belki 3-5 yıl, kimbilir?
Lâkin “Darbeler can alır” ger(ç)eğinden hareketle,yaşamak için “fazla suçlu”, ölmek için “yeterince büyük” olduğuna karar verdiler.
Bir ayda, avukatıyla bile görüştürülmeden “yargılandı”. Kemik yaşına filan bakılmadan, darağacı sevdalısı diktatörün deyimiyle “ibret olsun diye” asıldı.
Yediği dayaklardan yaralı/bereli idam ettiler. Darbeye taze kan yetiştirircesine...
Akrabası Teoman’ın “17” şarkısındaki gibi:
“Ömrü kelebek kadardı /Mektupları şişedeyken /Bir de bakmış deniz yokmuş /Daha 17’ymiş...”
* * *
Yıllar sonra, 12 Eylül darbesinin ardından 17 yaşında cezaevine giren, 6 yılı aşkın süre büyük eziyetler, işkenceler yaşayan Pamuk Yıldız’ın “O Hep Aklımda” kitabında rastladım ona.
Pamuk yaşıtı Erdal’la, cezaevinde karşılaşmış.
Her sayım ve havalandırmada tekme-yumruk, copla kıyasıya döverlermiş, -kendi deyimiyle- “çocuğu”...
“13 Aralık 1980, geceyarısı. Rap rap ve telsiz sesleri arasında, karanlıkta, kimileri uykuda, kimileri uykusuzluktayken, yalnız kaldığı karanlık hücresinden alıp” götürmüşler.
* * *
Artık -ya da henüz- idam cezası yok.
Ama yaşanan ağır toplumsal travmalar nedeniyle yeniden idam isteyen haykırışlar her an kaplıyor ortalığı.
Anlaşılır bir hissiyat bu. Yok sayamazsınız.
Ve bu hissiyatla, bu koyu, acı dolu atmosferde “idam” kelimesi, ruh ikizi “intikam” kelimesiyle kolkola katılıyor kalabalıklara...
Çünkü idam, bir nevi öç almaktır.
Yüreğinin “ancak o da öldürülürse” biraz olsun serinleyeceğine, hükmü -hukuka değil- duygulara karşılık gelen “hakkın” ancak öyle yerini bulacağına inanmaktır.
* * *
İdam cezası varsa, eldeki kanıtlarla, hatta bazı dönemlerde yeterli/geçerli kanıta bile gerek duyulmadan verilen kararlara dayanarak, bir insanın canını alırsınız.
Karar haksızsa, hatalıysa telafisi, değişen koşullara, yeni delillere/tanıklara, yasalara bağlı olarak affı, geri dönüşü yoktur.
Siyasi idamlar bir yana... Tarihimiz, dünya tarihi, tartışmalı ya da hukuka aykırı, hatalı kararlara dayalı idamların da tarihidir.
ABD’de 2000 yılından önce idam cezası alan 32 mahkumdan 14’ünün suçsuz yere idam edildiğinin ortaya çıkması, sadece istatistiki açıdan vahim değildir.
* * *
İnsanlık dışı, hain, zalimliği bile kifayetsiz bir kelime kılan cinayetler karşısında yaşanan travmalar, duyulan öfke kuşkusuz anlaşılır, derinden hissedilir bir şeydir.
Böylesi anlarda acı, intikam duygusu, öfke, çaresizlik, gözyaşlarıyla birlikte sızar insanın yüreğine... Kanatır.
Oysa idam cezası, böyle duyguların, meydanların uzağında tartışılması gereken bir meseledir.
Beklediğiniz “adalet”, vahşice canına kıyılan Özgecan Aslan’ın katilinin cezaevinde öldürülmesinden sonra sosyal medyada paylaşılan, “İşte adalet budur” narası değilse elbet.
Öyleyse... Zaman geçer, hukukun, adalet kaygısının değil, öyle ya da böyle“göze göz, dişe diş” zihniyetinin yansımasını görürüz aynamızda.
Orada asılı kalır...
* * *
İdam bir yana... Benzer bir “kısas”la, bir insanın yaşadığı eziyeti, işkenceyi, şiddeti, tanık olduğu cinayeti faillerine aynen, defaten, hatta misliyle yaşatmayı “gerçekten” arzu etmesi, imkanı olsa tereddütsüz yapacağına inanması...
Yahut “kısasa kısas”ı, başkasına, devlete, hükümete havale etmesi...
Bizi, halen Ulucanlar Cezaevi Müzesi’nde ya da Utanç Müzesi’nde "Türkiye'de idam cezası 14.07.2004'de tamamen kaldırılmıştır" vurgusuyla sergilenen temsili darağaçlarına değil, adalet duygusundan uzak yerlere götürür.
Paylaş