Tabi bu düşüncem, evlilik konusundaki uzmanlığı, zevcesiyle yaşadığı naçizane tecrübelerden ibaret olan birisinin ortaya akıl-fikir şavullaması...
Yoksa koca üst kurullar, buselik makamlar, ehl-i kalemler varken, böylesine hayatî bir mevzuda karar sorumluluğunun altına ilişmek, ahkâm kesme törenlerine altın suyuna bandırılmış makas yetiştirmek, ne haddimize.
Böyle münazaralı programları “kaldırıp da mı yasaklasak, kaldırmayıp da mı saklasak” sempozyumlarına da, kulunuz icabet etmiyor esasen.
* * *
Benimkisi sadece bir düşünce, beyincik fırtınası...
TV kumandasıyla hür, kanal tercihleriyle hürrem âlemimizde, bu konudaki düşüncemi saklamak yakışık da almaz.
Faydalarına gelince... Öncelikle bu programlar, kamu spotu şirinliğinde olmasa da (Ayşegül Tatilde, Ayşegül Uçakta, Ayşegül Evde) bir dolu insanın evlilikten aslında nemenem şeyler beklediğini özetliyor.
Hem de şaka gibi gelen ama asla şaka olmayan örnekleriyle...
İsveçli Yönetmen Roy Andersson’ın “Du Lavande (You, the Living - Siz, yaşayanlar...)” filmi Goethe’nin bu dizesiyle başlıyor.
Lethe, Yunan mitolojisinde yeraltı tanrısı Hades’in ölüler ülkesindeki bir ırmağın adı. “Unutuş ırmağı”nın...
Efsaneye göre, bu nehirden su içenler, önceki yaşamlarını, geçmişlerini unuturlar.
Bir yoruma göre de çektiği acılar, kötü hatıralar silinir, sadece geçmişlerindeki güzel şeyleri hatırlarlar.
İçine girdiklerinde nehir, geçmişlerini silene kadar onları öldürür, öldürür... Ardından yeni bir başlangıç yaparlar.
Yaparlar da... Acaba bu yeni başlangıç, onların huylarına, alışkanlıklarına, dolayısıyla eski yaşamlarına aynen dönmelerini önleyebilir mi?
* * *
Andersson,
Bakarsınız, kendi “big ben” örneği, Hollanda krizini bile şıp diye çözebilecek evrensel bir formüle dönüşmüş.
Bazılarında da, “Ben olsam”la açılır mevzu, örnekler de “somut”, kendi ev hayatından röbdaşambrla, böbürlenmeyle gelir.
* * *
Bu yıl üniversite sınavlarına geciken öğrencilerle ilgili tartışmalarda, “ben olsaydım” tepedenliğini de gördük. Kıyıcı böbürlenmeleri de...
Bu konuda önceki iki yazımın da ana hareket noktası, yıllardır ezberlenen/bellenen sınav başlangıç saatinin (10.00), 09.45’e çekilmesiydi.
Ve ne idüğü belirsiz böyle bir değişimin “ilk tecrübesi”nde, 09.45 belirlemesine bir kaç dakika gecikenlerin bile -sınav saat 10.00’da başlayacak olmasına rağmen- içeriye alınmamasıydı.
Ki, 09.45’den sonra içeri alınmıyorlarsa, o zaman sınava girebilme/katılabilme saati bu yıl 10.00 değil, 09.45 olmuştu, sözün kısası...
Bu kadar net.
İşte okul sevgisi. Okul böyle bir yer, orada öğrenilen her şeyi nefret ederek öğrendik.”
Emrah Serbes’in “Hikayem Paramparça” kitabından aktardığım bu cümleler, bu yıl “sınava geç kalan öğrenciler”in hâlini izlediğim andaki hissiyatımı özetliyor.
* * *
“Vaka”yı has arkadaşım Gürbüz Özaltınlı dillendirdi önce:
“İki milyondan fazla öğrencinin katılacağı bir sınav için kural belirlerken ‘kapıları sınav saatinden 15 dakika önce kapatmaya’ karar verdiğinizde, bunu ne kadar duyurursanız duyurun firesiz sonuç alamayacağınızı; belli sayıda öğrencinin bu 15 dakika kuralından habersiz kalabileceğini düşünmemek bence mümkün değil.
Belli ki bürokrat şöyle düşünüyor: ‘Onlar da dikkatsizliklerinin kurbanı olurlar. Bizi ilgilendirmez.”
Ve gayet haklı bir soru yöneltiyor:
“Sınav başlamadan önce 15 dakikaya ihtiyacınız varsa, neden duyurduğunuz sınav saatinden 15 dakika önce (09.45’de) kapıları kapatıyorsunuz da,
Matematiğe Giriş sınavı...
Sınav kağıtları dağıtıldığında sorulara bakıyoruz... Enigma’yla şifrelenmiş bir metni andırıyor.
Gayet olağan buluyoruz bu durumu... Matematikle aramız hiç olmamış, geçinmeye de gönlümüz yok.
Derse de hiç girmezmişimiz zaten.
Sosyoloji bölümündeyiz, Matematiğe Giriş’e uğramadan mezun olmak niyetindeyiz.
Belki sağdan soldan birileri yardım eder diye, oyalanıyoruz bir süre.
Lâkin koca amfide tanıdığımız, hatta yüzü âşina gelen bir Allahın kulu yok. Bizden büyük de görünüyorlar, biraz.
Bir umut... Yarım saat, 45 dakika filan geçiyor öyle.
AFP’nin dün geçtiği habere göre, ahalinin önünde kırbaçlanan Çin asıllı iki kişinin suçu horoz dövüştürmek.
Kırbaçlamayı halk da ellerinde cepleri fotoğraf-video çekerek, güle-oynaya izlemiş.
* * *
Hey gidi... Çocukluğumuzun renkli-sesli figürlerindendi horoz.
Gün ağarırken -ayarlı ayarsız- mutlaka bir horoz sesi duyulurdu.
İster Bahçelievler'de oturun, ister Kızılay'da, Çankaya'da...
Kucağında horozla gezen kapıcı çocuğu da eşlik ederdi manzaraya.
Belki horozun taç gibi kıvrımlanan kırmızı ibiği, kızıl-koyu parıltılı tüyleri,
Harap, küçücük bir köy evinin bahçesindeki banka yayılarak, keyifle oturmuş. Evinin önündeki direkte kocaman bir Danimarka bayrağı asılı...
Karşısındaki ağaçta 3 tane elma, yanında oğlu ve eşi var. Oğluna dönüyor, gösteriyor 3 elmayı:
“Şimdi bu evi neden aldığımızı anlamışsındır...”
İlk gençliğini süren oğlu mutsuz; “Sadece 3 tane var” diye mırıldanıyor.
“Ne olmuş... Bazıları çok verir, bazıları az” diye üste çıkıyor babası. Vurgularında gurur, hayatta tutunabildiği tek dalda 3 elmayla sallanan “başarmışlık” yanılsaması, abartılı bir “ağa” tarzı var.
Oğlu vaz geçmiyor; “Bizimkinde 3 tane var...”
Baba dönüp, çok sert bir bakış fırlatıyor oğluna:
“Benimkinde... O benim elma ağacım, benim elmalarım...”
İlginçtir ki cinnet, yani insanın kısa süreli olarak aklını kaybetmesi, psikiyatriden çok medya için bereketli, kullanışlı bir kelime hâline geldi.
Çoklu bir cinayet, bir dehşet mi yaşandı... Psikologlardan, psikiyatristlerden önce, maktul cinayet mahallinden bile kaldırılmadan medyanın teşhisi hazır:
“Cinnet geçirdi...”
* * *
Dört yıl önce çarpıcı bir örneğini yazmıştım.
Erdoğan Uysal, 52 yaşında... 41 yaşındaki eşi Emine Uysal’ı öldürdü.
Şöyle anlatıyordu cinayeti ifadesinde:
“Olay günü eşimle gezmeye çıkmıştık. Dönerken bana bağırmaya başladı.