Paylaş
Bazılarını, çok ama çok azını bir kaç başlık, bir kaç satır arasıyla medyadan öğreniyoruz.
En çok neleri, nasıl severdi, neyi özlerdi, sohbeti coşturur muydu herkesi, yoksa boynu büküktü mü biraz. Efkârı nereden gelir, nerelere uzanırdı...
Başı mı dönerdi iki bira içse, ustası mıydı türkülerin... Öldükten sonra, hepsi bir kaç cümle, bir iç(e) çekiş.
Çoğunun hikayesi, yakınındaki bir kaç kişinin kırık-dökük kelimeleriyle hatıra külliyatına ilişiyor. Ve her geçen yıl, usulca soluyor evrak-ı metrukesi...
İnsan unutur çünkü, yahut “hatırlama” periyotları seyrelir zamanla...
Ki, giderek daha az “hatırlamak”, belki de büyük acıların tek bünyesel panzehiridir.
* * *
Dayanılmazdır başlangıçta... Can alan felâketlerin çoğu, “belirsizlik” eşliğinde gelir çünkü.
Bazen, ne, nasıl, kim, nerede, neden, ne zaman sorularının ağır bombardımanında bırakır insanı. Yürek, "Şimdi ne olacak, ne yapacağım?" sorularıyla alevlenir.
Meselâ uçak kazaları... “O” uçağın düştüğünü öğrenirsin, hiç umulmadık bir anda, hiç olmadık yerlerden...
“Bir yerden bir yere, şu kadar yolcu taşıyan uçak düştü” der, ajanslar. Saatler gibi geçen dakikalarca, hatta bazen günlerce, sadece o cümle.
O an, bağrına basan soruların hepsi yanıtsızdır.
Oysa “can”ın oradadır... Umut kırıntıların, büyük uçak kazalarından kurtulma oranının düşüklüğüyle orantısız mücadele eder, başa çıkmak etmek ister.
Öyle bekleşirsin, sabahlara dek havaalanında... O’na en yakın yer, sadece orası gelir sana.
Sonra başucundaki, konsolun üzerindeki resmi/resimleri TV haberlerinde görürsün.
O yüzü toprağa vermeden önce, son bir kez görüp göremeyeceğini dahi bilemeden...
* * *
Rusya’nın 92 yolcu taşıyan uçağı Karadeniz’e düştü, 70 metre derinliğe...
Kazada hayatını kaybedenlerin çoğu, 88 yıllık Kızıl Ordu Korosu’nun müzisyenleri.
Toplam sayısının yıllar içinde 80’e indiği belirtilen efsane Koro’nun 64 üyesi...
* * *
Koro’nun yıllar önce belleğime yerleşen, büyük, ön tarafı abartılı şapkalarıyla görüntüsü gözlerimin önünde.
Tenorların, basların, baritonların birlikte koşuşturduğu, kuvvetli bir nehir gibi çağlayan, bir an inen, bir an yükselen ezgileri de...
Seksenli yılların ikinci yarısında izlemiştim.
Kızıl Ordu Korosu ilk kez Ankara’ya gelmişti.
Atatürk Spor Salonu’ndaki konsere, dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Necip Torumtay ve eşleriyle birlikte kalabalık bir general/subay topluluğu da üniformalarıyla katılmıştı.
Basket sahasında koronun hemen önüne yerleştirilen koltuklara, önden arkaya genişleyen bir düzen içinde, rütbe sıralamasıyla oturmuşlardı.
Kızıl Ordu korosunun üniformalı üyeleri, 80 darbesinin hazan mevsimine ayarlı konsere İstiklal Marşı’yla başladılar.
Büyüleyici, çok sesli bir yorumla...
* * *
Konser bittiğinde, beş yıl önce hayata veda eden Orgeneral Torumtay ayağa kalkıp koro şefini tebriğe giderken, hiç unutamayacağım bir sahne yaşandı.
Hiç plansız, spontane...
Atatürk Spor Salonu’nu dolduran izleyiciler arasından önce cılız bir sus duyuldu:
“Öp, öp, öp...”
Ve ardından salon tempo tutmaya başladı; “Öp, öp, öp...”
O günlerde seyircilerin önemli bölümünü oluşturduğunu düşündüğüm “1978 kuşağı”nın, 12 Eylül’ün görünen, yüz yüze hissedilen etkisini bir nebze yitiren ortamında muzır/muzip bir tepkisiydi aslında.
Zira Rus erkeklerinin, bilhassa askeri törenlerde “dudaktan öpme” geleneği vardı.
Koro şefiyle Torumtay, elbette sadece el sıkıştı.
Yıllar sonra Kremlin de törenlerde dudaktan öpme geleneğini kaldırarak, muhabbeti tokalaşmaya, sırt sıvazlamaya indirgedi.
* * *
Üyelerinin yüzde 80’ini bir anda yitiren koro, yine olacak hayatımızda.
Marşlarıyla değil, gittikleri yere göre Tarkan’ın “Oynama şıkıdım”ından, Pink Floyd’un The Wall’una kadar, popülerden külte uzanan performanslarıyla...
Ama bugün, uzun yıllar dilimize O Çiçorniya (Ochi Chyornye) olarak yerleşen, o ünlü Rus (Gypsy) halk şarkısının sözleriyle:
“Koyu gözler, yanan gözler /Tüyler ürperten, harikulâde gözler /Seni nasıl seviyorum, nasıl korkuyorum /Şüphesiz seni meşum bir saatte düşündüm.
Koyu gözler, alev gözler /Uzak yerlerde beni yalvarıyorlar /Aşkın, barışın hüküm sürdüğü yerlerde /Acının, çilenin hiç olmadığı yerlerde...”
Paylaş