NE zaman genç ölümler düşse sayfalarımıza, aklıma Ruhi Su’nun türküleri gelir.
Keskin taraflarından bir türkü... O eski 45’likten, Keskin’de 20 yaşında ölen Sefer’ in hikayesi çığlıklanır Ruhi Su’nun bas sesiyle... Şöyledir türkünün hikayesi: Sefer 20 yaşına gelince Hatice ile evlenir. Ama 3 ay sonra vereme yakalanır. Ankara’ya yollarlar çare olsun diye: “Trene bindim de tren salladı /Zalim doktor ciğerimi elledi.” Çare, ilaç bulunamaz “ince” derdine, aynı yıl, 20 yaşında ayrılır “yalan” dünyadan: “Ankara’da yedik taze meyvayı Boşa çiğnemişim yalan dünyayı Keskin’den de sildirmeyin künyeyi Söyleyin anama anam ağlasın Anamdan başkası yalan ağlasın.” Her şehit haberi, bana bu türküyü (de) hatırlatıyor. Ve tümü 20 yıl süren, gencecik bir ömrü... Bu ülkede yaşanan acıların soyağacında gençler oldu hep... Kırk yıldır böyle... 70’lerde vurulan, asılan gençlerin suretleri de, o soyağacında yaşlandı... 80’lerde vurulanların, asılanların, ardından yıllardır aralıksız vurulan, pusuya düşen/toprağa düşen gençlerin... Yirmili yaşlarında askere gidip de dönemeyenlerin o kısacık ömre sığan hikayelerini okuyoruz her gün sayfalarda. Küçük ama sahici cümlelerle, tefrikaya dönüşen hikayelerini... Yine kulaklarımda Ruhi Su’nun sesiyle ağıtlanıyor dizeler: Hepsinin köyünde artık gözyaşıyla “dolu testi, anneler babalar ümidi kesti”... Hepsinin başucunda “bir uzun selvi /kimisi nişanlı, kimisi evli”... O gençlerin hepsi yaşlarını o soyağacında alıyor, orada “yaş”lanıyor. Biz de o ağacın karşısında yaşlanıyor, acıyla, hüzünle, “yas”lanıyoruz... Tüm ömrü sadece 20 yıl olanlar, hayatı, gençliği sadece 3-4 yıl yaşayanlar bir yanda... Yarım asırdır, tüm ömrü boyunca bu genç ölümleri izleyen “büyük”ler, biz bir yanda... Onlarınki bir tür idam, bizimki müebbet... Müebbet kedere, o “sis”e, o “sus”a- “pus”a mahkum bir nesildir, bizim bütün hikayemiz.