Paylaş
Bazı şarkılar, türküler ise “eski ses” gerektirir. Hatta plaktan ince bir cızırtı...
Söylendiği, “çağrıldığı” (çığrıldığı değil) dönemin solgun rengini, haleti-ruhiyesini (de) hissetmek için.
Sempati için ille empati gerekmez değil mi?
TV ile ufku giderek ekranlaşan gözbebeğimize, bazen hiç kimseye benzemediği için gelir kurulur, bazı insanlar...
* * *
Biz ise daha çok “benzerlikten” devşiririz beğenilerimizi.
Mesela Edit Piaf’ın evcilleştirilmişi Mirelle Mathieu, bizim kuşağın popülerlerindendir.
Ama ben sevemedim onu.
Sesiyle, siluetiyle, sanki her sabah kesilip/kütlenen/ütülenen saçlarıyla... Fransız Barbie’si geldi hep bana.
Kaldırım serçesi değildi ki o, Piaf gibi.
Sonra 100. yılında Fransa’nın ulusal marşını söyledi, Eyfel’den...
Ayten Alpman’ı darbeleyen, “Bir başkadır benim memleketim” gibidir. Mathieu’nun söylediği, melodisiyle o güzelim La Marseillaise’nin bende kalan izi.
Kimbilir nerededir şimdi, sesi/nefesi...
Önce Marlene Dietrich’in sonra Piaf’ın da söylediği Lili Marlen ise İkinci Dünya Savaşı’nın sınır/düşman tanımaz ezgisiydi, değil mi?
Yirmi iki dile “barış için” çevrilen...
* * *
Abdullah Yüce 16 yıl önce 27 Kasım’da veda etti hayata.
O da sokak kırlangıcı, hatta kaldırım serçesi...
Yoksulmuş, çok yoksul.
Eyüp Sultan’da doğmuş, belki sabrı oradan...
On beşinde kendi yazdığı gazelleri, şarkıları Çağaloğlu’nda küçük bir matbaada “taş baskı” arkalı-önlü çoğaltmış. Sonra nane şekeri eşliğinde satmış Balat’ta:
“Bu ne sevgi ah, bu ne ıstırap”.
* * *
Bazı şarkılar, “eski ses” gerektirir.
Eski sesten öte, eski teknoloji bazen... Eski demeye dilim varmıyor ama bir Dual pikap, hatta daha eskisi belki gramofon.
Ankara Kalesi’ndeki Gramofon Kafe’nin sahibi Ali Olcay’ın hayatının Aşık Veysel’in “Mecnunum Leyla’yı Gördüm” türküsünü taş plaktan dinlemesiyle değişmesi, boşuna değildir.
Paylaş