“HİÇBİR ressam eline ilk kez boya geçiren küçük bir çocuk kadar güzel resim yapamaz.
Ama çocuk yaptığı resmin bir oyun olmaktan çıktığını anladığı zaman, artık o resmi yapamaz olur...” Resimle, hatta sanatla ilgili hiç unutmadığım bu cümleyi kuran Cihat Burak, hayata veda ettiğinde İstanbul’daydım. Tam 17 yıl olmuş ama bugün gibi hatırlarım. Cuma günüydü... Ve İstanbul, Ankara Mart’ının aksine, güneşli ve ılık, erken bir bahar günü armağan etmişti bana. Nüfus kütüğüm ve sık sık da gönlüm İstanbul’dadır hala. Ve her gidişimde yeniden sevdalanırım İstanbul’a, sanki ilk kez görüyormuşum gibi... Belki de İstanbul hala, küçük bir çocuğun oyunu gibi benim için. Resmini çizemesem de, rengini hissederim. Ki mutluluğun resmini yapmaktan bile zordur artık, İstanbul’un resmini yapmak. (Bu arada ölümünden önce ressam Abidin Dino tanıştırmış Nazım’la Cihat Burak’ı. Ve 07/12/1993)
Cihat Burak’ın öldüğünü duyduğumda, hiç karşılaşmamış olsam da, uzaktan da olsa “tanıdık” birisinin ölümüne benzer hafif bir sızı duymuştum içimde. Resimlerindeki kedileri bilirdim. Tualinin kıyısında ama yaşamın parçası kedilerini... Ve en çok “Şairin Ölümü” tablosunu severdim. Nazım Hikmet’i resmettiği tablosunu... Internet güzel şey, imkanlı şey... Girin arama motorlarına bakın tabloya, isterseniz. Kedisi, hücresi, yazı masası, hokkası, karyolası, şiiriyle Nazım. Ortadaki resimde ise “Şairin Ölümü”; elinde hasret şiiri, enfarktüs geçirdiği göğsünde çiçekler, omuz kıyısında iki güvercin... Yanyana üç resimden oluşan triptik panoda Nazım’ın sevdalıları Piraye ve Münevver hanımlar da var. İlk kez 1968’de sergilenen tabloda, 68 kuşağının protesto yürüyüşleri, güvercinler ve elbette kedi de... Yanılmıyorsam Özgür Uçkan’ın bir yazısıydı. Burak’ı “yalnızca çocuklar, deliler ve ilkeller için görülebilir olan ara-dünyaları resmeden” Paul Klee’ye benzetmişti.
Çocukça, delice duygular. Dünyaya hükmedebildiğimiz ara-dünyalarımızda, başka neyimiz var?