BİR hikaye vardır, ki çocuklara masal yerine defalarca onu anlatmalı...
Efendim, ateş, su, rüzgar ve vicdan sıkı arkadaş olmuşlar. Eh, “bir insan” olmadıkları için de çok iyi anlaşmış, çok sevişmişler. Çekememezlik, dedikodu, ihtiras filan girmemiş aralarına... Bir gün içlerinden birisi kaygıya kapılmış: “Ya ne kadar iyi arkadaşız, hep birlikteyiz. Ama bir gün kaybolursak, nasıl bulacağız birbirimizi...” Ateş, “Dert değil” demiş, “Ben nereye gidersem gideyim, dumanımı görüp o yöne gelir beni bulursunuz”... Su da rahat konuşmuş: “Beni kaybedersiniz, su sesini dinleyin neredeyse ben de oradayım.” Rüzgar ise, şöyle bir esip, gülümsemiş; “Beni kaybetmezsiniz merak etmeyin...” Vicdan ise arkadaşlarına bakıp, düşünmüş bir süre: “İyisi mi siz hiç beni kaybetmeyin, biz bir kez kaybolursam, bir daha kolay kolay bulunmam...”
Kıssadan hisseler zamanla aşınmış, eskimiş, hatta geleneklerle, “atasözleri” ile fazla hem-hal olduğu için bazıları raf ömrünü bile doldurmuştur ama... Bu örnekte nabzı yakalıyor. Vicdan kaybedildiğinde, kolay bulunmuyor doğrusu. Ötesi, tek başına kaybolmuyor. Vicdan yiterse, yanında etik, hoşgörü, empati, dürüstlük, diğerkamlık, şefkat gibi bir çok şeyi de beraberinde götürüyor. Hatta sevgi gibi bir çok duygunun altını oyuyor, içini boşaltıyor.
Ancak yine de bu hikayeye küçük bir ek gerek. Ateşi dumanından, suyu şırıltısından, rüzgarı esintisinden kolayca bulduğumuz gibi, kaybolan vicdanın yarattığı eksikliğin, boşluğun belirtilerini de görüyoruz, duyuyoruz, hissediyoruz artık her gün. Yaşıyoruz, yokluğunu... Ancak bulmak, daha çok çaba gerektiriyor. Algıdan, akıldan öte, daha kalben bir çabayı...