Paylaş
Severler birbirlerini, evlidirler, mutludurlar, uyumludurlar. Yolundadır herşey.
Lâkin bir gece yürürlerken aniden herşey değişir.
Bambaşka bir kadındır karşısındaki...
Annesinin, babasının tüm itirazına rağmen onunla evlenen, elinden tutup onu o yola bizzat sürükleyen, içindeki koru körükleyen o kadın, birden bire yok olmuştur sanki.
Yok da olmamıştır üstelik, karşısındadır adamın.
Ama yüzü, saçları, bedeni, kokusu, ses tonuyla aynen karşısında duran kadın, artık karısı, sevgilisi olan “o kadın” değildir.
* * *
“Edward, gerçek bir dünyada yaşamasaydık uyumlu olabilirdik. Ben gerçek bir dünyada yaşıyorum ve daha sağlam bir geleceğe ihtiyacım var” der Susan.
Erkek henüz kadının, “kendi gerçek(lerinin)” dünyasında sağlam, güçlü, gelecek vaat eden bir başka erkeğin bakışına yakalandığını bilmemektedir.
Susan’ın o ani, beklenmedik ayrılık söylevinin karşısında çaresizdir. Hazırlıksız yakalanmıştır.
Sevdiği ve onu seven kadındır karşısındaki... Ama “sevdiği kadın”, karşısındaki aynı kadının içine defnedilmiştir.
Edward çaresizce eşelemeye, sevdiği ve kendisini çok seven o kadını mezardan çıkarmaya çalışır.
Nafile... Edward’ı seven Susan’ı kendi içine gömmüştür kadın. Bir kaç gün geçse de çürümüştür artık, “o kadın”ın Edward’a olan duyguları.
* * *
Belli... “Giderayak”tır artık Susan’ın cümleleri, ayaküstü pansumandır.
“Sen çok mükemmelsin, romantik ve duyarlısın...” diyecek olur erkeğe.
Araya girer Edward, “Zayıfsın... diye getireceksin gerisini yine”.
“Öyle bir şey demedim” karşılığını verir kadın.
Edward “Hep söyledin, daha önce de söyledin, neden bir daha söylemeyesin...” deyince, anlarız ki o mükemmel, romantik, duyarlı, sevdiği kadına karşı yumuşacık erkeğin, kadının “sağlam gelecek” tahayyülündeki özeti, “zayıflık”tır.
Ayrılırken erkeğin son sorusu, “Beni seviyor musun?” olur, kadının son yanıtı ise “Evet, seni seviyorum”...
Ve Susan, Edward ve onun veremediği “sağlam gelecek”le son bağını da “kürtaj”la koparır.
* * *
Moda tasarımcısı, yönetmen Tom Ford’un “Nocturnal Animals - Gececi(l) Hayvanlar” filmini izledim geçen gün.
Susan ile Edward’ın hikayesini, Ford’un yani bir görsel tasarımcının renkleri, çarpıcı objeleri, bazen abartılı ama hoş kesitleri, masalsı geri dönüşleri, estetiği, müzikleri fonunda izlemeyi çok sevdim.
Hikayemize dönersek... Edward’dan ayrıldıktan 20 yıl sonra Susan’a postayla bir dosya gelir.
Bir roman dosyasıdır gelen. Bir zamanlar Susan’ın “Hep kendini yazmaktan vazgeçmelisin” dediği Edward yazmıştır.
Romanın adı “Gececi(l) Hayvanlar”dır. Yani Edward’ın birlikteyken Susan’a taktığı lakap... Hep gececildir, uykusuzdur, gece kuşudur Susan zira.
Romanı geceyarısı okumaya başlar... Biz de filmi, iyi romanların insanı sürüklediği görsellik eşliğinde, Susan’ın metni okurken hissettiği gerilimi de üzerimize şallayarak, izlemeye başlarız.
* * *
Gerilim dozu yüksek romandaki erkek, ölümcül, çok sert bir mücadelenin içine düşer.
O kaos, aynı zamanda kendisinin “zayıflık” diye adlandırılabilecek o haliyle mücadelesidir. İnsanlık haliyle...
Zayıflık, korku, panik, bir şey yap(a)mamak, tutukluk, saklanmak, pişmanlık, utanç, öfke ve öfkenin/acının yan etkisi olarak vahşi bir cesaret, korkuyla kamçılanan saldırganlık ve içindeki “zayıflık”ın boğazını sıkan intikam arzusu...
Eğer sağır, kör ama inadına geveze bir egonun tutsağı olmadıysanız, hemen her insanın yaşamının bir anında, kendi cehennetinde yüz yüze kalabileceği duygular...
* * *
Filmi izlerken “Ben olsam ne yapardım?” sorusunun kıyısına da geliyorsunuz.
Film icabı olsa da... O soruya, psikolojik savunma mekanizmalarımızın kurnaz, işini bilir “senaryo”larıyla değil, içtenlikle yanıt vermeye çalışmanızı tavsiye ederim.
Belki bir fırsattır.
İnsanları, insani özellikleriyle infaz ederken aklımıza pek gelmeyen bir adalet pratiği... Empati, diğerkâmlık...
Pek yapmıyoruz bunu, değil mi?
Paylaş