Paylaş
Kuşağım “en hakiki meyhaneleri” -neyse ki- ucundan yakaladığı için, bilirim de severim.
O farklı havasını yahut o farkın kırıntısını nerede görsem tanırım.
Eskişehir’de 47 yıldır varlığını koruyan Regulateur Restaurant’ta karşıma çıkan ev yapımı hardal, kızartılırken hiç yağ çektirilmemiş patates köftesi, beni bir anda AOÇ Merkez Lokantası, eski Gar Lokantası ve Bahçelievler 7. Cadde’deki Kokteyl Restaurant’a taşır.
Lâkin Ahmet Telli’nin hüzünlü bir ironiyle şahane dile getirdiği gibi, yok olup gitmiştir çoğu:
“Ama artık meyhaneler kalmadı Ankara’da /Belki bundandır Cemal Süreya’nın Kızılay’da /Huzursuz bir zürafa gibi dolaşması...”
* * *
Çoğu kapandı o meyhanelerin yahut kılık, mutfak değiştirdi.
Ankara’da yitirilen, yok edilen onca şeyin arasında, kapanan, kaybolan meyhanelere ayrı üzülürüm.
Mevzu meyhaneyse, sadece mekân değildir kapanan.
Müdavimleri anında başka adrese yerleşse de... Çoğu kez ömürlü olmaz o eski, o ehlikeyf, bildik insan manzaraları.
O şenlik, rindlerin akşamı dağılmış, servisten kalkmıştır o “nazlı beyaz” karafakiler. Bir şeyler eksik, bir şeyler yitirilmiştir.
Yeni bir meyhane, yeni terlik gibidir zaten.
Ayağının alışması zaman gerektirir huylu bünyede. Vurur bazen:
“Közde sarımsak da mı yok?”
* * *
Oturursun yeni mekâna... Dudağına etli etli değen kalın rakı bardağı bile tadının kaçmasına yeter.
Yahut, meze tepsisine zengin dursun diye iliştirilen rengi baygın Rus Salatası’nın, adıyla var tadıyla yok uyduruk domates ezmesinin, konserve köz kırmızı biberin, soğansız, sirkesiz, yeşil biberi acısız, ayçiçek yağlı “şehirli” çoban salatasının işi nedir mesela meyhanede... Düşünürsen, canın sıkılır.
Meyhane mi denir, fiks düğün mönüsüyle “içkili restoran” döndüren mekâna.
Biracıda dipsosa talim rakı içmişsin, ayvaz kasap hep bir hesap.
* * *
Kapanan her meyhaneyle birlikte, rakı sofrandan mezeler, “ağız tadın” eksilir.
O sade ritüeli de delinir, rakı masasının.
Beni müşkülpesent sanmayın; çilingir sofrasında can eriğini tuzlayıp, çay bardağında rakı keyfini "Emmoğlu"ndan öğrenmedi bizim kuşak.
Fakat "meyhane"ye gittiysen o ayrı. Adına sanına uygun, "hane" beklersin tabiatıyla.
Onun da sadece havası, mönüsü değil, servisi de maharet ister.
Dudak payını, su payını, buz payını bir türlü denk getiremeyen, hatta rakıyı koyup da suyunu eklemeden içine buz yuvarlayan garsonla -aman aman- nasıl başa çıkarsın?
Peki ya, tabağında eşref saatin için ayırdığın küçük tulum peyniriyle kavun parçasını ilk fırsatta kapıp götürürse... Bir çatal peynir için peşinden koşasın gelir.
Cacık diye önüne içine az salatalık, hatta marul rendelenmiş, üstüne maydanoz, toz kırmızı biber serpilmiş, sarımsaksız yoğurt birikintisini getirirse... “Dereotu var mı?” dediğinde, yakında dere ararcasına sağa-sola bakarsa...
Büyü bozulur.
* * *
Meyhanede garsonluk, kadehi elinde kimbilir nerelere giden müşteriye mihmandarlık, müşkül, yaman iştir elbet. Takdire şayandır. Haklarını helal etsin hepsi.
Fikrimce en makbul garson, rakıyı, suyu, buzu, yedek rakı bardaklarını -eksiksiz- masaya sıralayıp kaybolan, “self sâkiliğe” hûşûyla imkân tanıyanlardır.
Bırakınız, rakımızı kendimiz koyalım.
Bırakınız, suyumuz/buzumuz elimizin altında kalsın.
Bırakınız, orada keyfimizin kahyası olalım. Kahyadan geçilmeyen bu ülkede...
Ne kaldı zaten meyhanelerden geriye, kim kaldı.
* * *
Zaman geçer... Hatıralar solar, hafıza mekânları yok olur, yok edilir insanın.
Meyhaneler tarih olur, usulca kocar gedikli kuşaklar; öyle “korsan ağzıyla” içmez, içemezsin artık.
Sonra, “o eski heyecan ölür /an gelir biter muhabbet /çalgılar susar heves kalmaz /şatârâbân ölür /(...) görünmez bir mezarlıktır zaman /an gelir /Attila İlhan ölür”:
“Kadehlerde rakı /nazlı beyaz
vaniköy korusunun `teşrinler’deki sisi
gramofonda incesaz /meyhane musikisi
o şenliklerden heyhat kim kaldı...”
Paylaş