Maruz kalmak benim zihnimde, insanın varlığını hiçe sayan bir karşılaşma, hatta bir tür omuz yeme hisleriyle etkisini koyulaştırır zira.
Asla istemediğim bir “temas”ın, kıskacına alındığımı düşünürüm. Öyle ya da böyle, tesiri altında kalırsın.
Kokuya da maruz kalabilirsin, sese de, hakarete, iftiraya da...
* * *
Maruz kalınan “temas”, masaya oturup “Ben ben ben de ben, vallahi ben, illa ki ben” sazını eline alan birisi de olabilir. (Vurmalı saz, perküsyon)
Ufacık çocukken mahallenizde dolanan iri kıyım, büyümüş de küçülmemiş, külhan bir velet de...
Her sokağa çıktığınızda size omuz atar, meselâ.
Öyle bir hâl alır ki, artık dışarı çıkmadan saatler önce onunla
Sıkılmamıza eşlik edecek efradın gözünün içine baka baka sıkılmak, adab-ı muaşerete aykırıdır zira. Şık durmaz maskemizle. Aykırı durursak o zaten yaman mesele.
“Can sıkıntısı”yla -bile- baş edemeyen birisi olarak görünmek de istemeyiz. Koca adamızdır sonuçta...
Çocukken çabucak sıkılır ve sıkıldığımızı harika gösteririz de, büyüyünce öğreniriz öyle sıkılmamayı.
Hatta biraz snop, koket bularak, yüce dertlerle uğraşan insanların “Kala kala bu mudur derdin?” diye dudak bükmelerinden endişe ederiz.
Ve perdeleriz o suretimizi...
* * *
İnsanların sıkıldığını belli etmemek için yaptığı şeyler, bulduğu yollar komiktir bazen.
Hoppada atılan bir kahkaha, otomatiğe bağlanan bir tebessüm, manik atak gibi kanat çırpan plastik mutluluk kelebekliği, konuşanın gözlerine bomboş bir uzaydan kenetlenme çabası, cep telefonunu bataryasına kadar karıştırma hâlleri, çağırdığı garsona
Bazen söylenirim böyle; “s”ini tıslata tıslata, uzata uzata “Sıkıldım”...
Biraz abartıyla karışıktır. Hani, yankı vadisine gidip de orada bağırıp çağırmak gibi.
Zira sıkıntı eşiğimin yüksek olduğunu sanıyorum.
Kronik can (iç) sıkıntısına, bunalıma da pek yatkın değilim. Benimki daha ziyade Oyuncakçı/Kitapçı Amca melankolisi.
O yüzden, sıkıntının eşiğinde -kendiliğinden- gelir bir şeyler, o sıkıntıyı iktidara taşımayacak meşgaleler...
Çabaya hiç gerek kalmadan, sıkıntıyla kavgaya girmeden, oyalanırım.
* * *
Şüphesiz sözünü ettiğim,
Birisine güvenmemin tek ya da ana ölçütü bundan ibaret değildir elbette. Ötesi bir sürü ilişkinin, etkileşimin yolu ille de “güvenmek”ten geçmez.
Lâkin utanan insanın başını önüne eğen, kızaran, mahcup çehresini görünce, içimde bir sıcaklık, gönlümde bir meyil peydah olur.
Zira utanmanın, insanın içinde değer yahut en azından önem verdiği bir şeylerin varlığını işaret ettiğini düşünürüm.
Belki başa çıkamadığı, kendini yetersiz gördüğü ama önemsediği, cürmünce “kılavuz” bir şeylerin...
Çünkü kendini yetersiz, başarısız, hatta eksik hissetmek, kendini geliştirme, onarma isteğinin ilk kıpırtısıdır.
O insanın kendinden, hayattan, dünyadan -hâlâ- bir şeyler beklediğinin de kuvvetli ipucudur zannımca.
* * *
Sait Faik,
“Yerel siyaset”in eğri-büğrü kaldırımlarını -elim cebimde- arşınladığım oluyor elbet.
Ama o -hevessiz- yazılarım da eninde sonunda, gündelik hayatın, rengarenk insanların, duygu kalabalığının ve o kalabalığı mahalle, şehir ya da ülke eyleyebilen simyanın göz kırpan cazibesinin peşine takılıyor.
Bütün bunlar zihnimden, ünlemler, soru işaretleri, noktalı virgüller, tırnaklar, parantezler, hatta emojiler eşliğinde geçen fener alayları.
O şenliğe kim dayanır?
* * *
Yaşadığımız, her an içine dalıp çıktığımız “dünya”nın sıradan kesitleri bile kuşkusuz siyasetten tümüyle bağımsız değil.
Siyasetin en kaba hâllerinin 24 saat elinde tokmak ve davulla gezdiği bir ülkede, hayatı nasıl kuracağın, hangi kerterizde yaşayacağın da ayrı mesele.
Hayata dair verdiğimiz kararlar, tutum ve davranışlar, özlemler, hatta tarzımız da, ana kucağında bile
İzdivaç gibi programlar, iktidarın, siyasi, dini, ahlâki inanç odaklarının da işine pek bir yarar.
Zira o programlar, rayting, kamuya ulaşılabirlik açısından “marka (tık) değeri” yüksek olan zamanzingolar.
Herkesler seyreder, olmadı zaping yaparken mutlaka o programlara -tesadüfen- denk gelir. Gelir de, anlata anlata bitiremez.
* * *
O programlar vasıtasıyla kitlelerin ekranına yansıyan olaylar, iktidarlara, referans gruplarına kolayından bir toplum mühendisliği imkânı, hatta cevap hakkı sağlıyor.
Ki bizde cevap hakkı, her konuda, her vesilede şıp diye doğan bir şey. (Normal doğum)
Velhasıl, durup dururken “kısa etek, uzun kahkaha ahlâksızlıktır” demektense, yahut “Amerika it, evine git” filan diye adabını bozmaktansa, ekrandaki “rezalet”e karşı yüksek cevap hakkını kullanırsın.
Görünür, gösterilirdir üstelik. Fol da hazırdır, yumurta da...
Fakat o programların bir “ürün” olduğunu unutuyoruz sanıyorum.
Çocuk evliliklerinin, görücü usullerinin, beşik kertmelerinin, berdellerin, başlık paralarının, kız kaçırmaların, çok eşliliğin, kim kime kumkumalığın, içgüveysinden hallicelerin, akraba evliliklerinin tümüyle tarihe karışmadığı bir coğrafyada tartışıyoruz "izdivaç"ı...
Bütün bunlar “aile yapısını rencide” etmiyor, “toplumun ahlâki yapısı”na zarar vermiyor da, sadece o programlar mı alayını “tağyir, tebdil ve ilgaya” teşebbüs ediyor?
* * *
Tamam. O programların elbette tutulur yeri yok.
Ama böyle bir coğrafyada izdivaç programlarının, 1974-75’lerde “İsmail Cem TRT’si”nin açık oturumları edebinde, kalibresinde olmasını tahayyül etmek de ilginç doğrusu.
Önceki yazılarımda biraz değindim...
Oradaki adayların bir bölümü
Akıl yürütme, analiz, değerlendirme babından “eleştirel beyin”i eğitime bir türlü sokamadığımız, siyasette, sakatatçıda filan da pek bulamadığımıza göre, tek şansımız belki böyle programlar.
Beyin bir yana... Sadece adayların ve adayların lojistik çevresinin program içi mütemadi eleştiricilliğini (eleştiricil canlılar, insanlar âleminin mümtaz bir familyasıdır) kastetmiyorum.
O format gereği öyle zaten... Eleştireceksin.
* * *
Bir de izleyiciler var.
Biz seyirciler olarak (70 milyon) öyle bir kınıyor, öyle eleştiriyoruz ki bu programları, ekrandan gözümüzü alamıyoruz.
Eleştiride buluşuyor, orada kaynaşıyor, sınıfsız-imtiyazsız zümre oluyoruz.
Eleştirdikçe bir rehavet, bir tatmin de sarmalıyor, onaylanmaya, kucaklanmaya aç zihnimizi.