Paylaş
Her şey kızak olabilirdi meselâ, hatta -az mucitlikle- kayak. (Murat’ın tokyo bantlı tahtadan kayağı -düşe kalka- aklımızdadır)
Yokuşlardaki doğal buz pistlerinde ise, zaten köselesi aşınmış her ayakkabı paten.
Sıkıştırdın mı mühimmat gibi depolanan, kartopu da vardı bedavadan.
Heryeri saran malzemesiyle, Kok kömürü gözlü, Beypazarı havucu burunlu kardan adam da...
Karda yakılan ateşin çevresindeki muhabetler, közüne gömülen patatesler, ekstrası...
Yani karda heryer bir zamanlar Kış Lunapark’ıydı biletsiz.
* * *
Zaman hızla geçti... Şiir oldu, şarkı oldu o günler; “Hani mevsimler kimseyi dinlemezken /Hani çocuklar gibi zaman nedir bilmezken /Eskidendi, eskidendi, çok eskiden.”
Artık o partal, kırmızı burunlu silüetler, o tüm sokakların çocukları, Attila İlhan’ın deyişiyle “soğuk aynalarda kilitli”.
Şimdiki çocuklar dersen, ana-babasıyla -şakacıktan- kartopu oynamaya mahkum.
Pencerelerin buğusunda kıvranan yüzleri, naylon çam ağaçlarının, bilgisayar ekranlarının yanıp sönen ışıklarıyla alacalı...
* * *
Nostalji böyledir ya; o yıllarda sıcaktı sanki kar, hiç üşütmezdi bizi.
Hemen her gece, sabahı bulurduk arkadaş evlerinde.
Defalarca çay demlenirdi.
Evlerde, bazen Emin’in odasında, kapağı kıpkırmızı olan odun sobasında demini sohbetten alırdı çay, uzun uzun, ağır usul.
Bazen Bahçelievler'de Laz Selo'nun Ahu Kıraathanesi’nin mahir ocakçısıyla biteviye...
Ne sohbet sallamaydı, ne de çay.
* * *
Geceyarısı, sabaha karşı kar yağdığında sızardık sokaklara.
Geceyi sabaha erdirenlerden başka kimse olmazdı, yollarda. "Bozaaaa"cının 22.00'da biterdi mesaisi...
Dolaşıp, henüz ayak basılmamış sokaklara adım izlerimizi bırakmayı severdik.
“Buradan biz geçtik, bu karı ilk biz yaşadık” derdi, karda uzayıp giden hükümdar ayak izlerimiz.
“Karda yürür, izimizi de belli ederdik” de denilebilir.
* * *
Ayak izlerimiz, ne çok yerinde vardı bu şehrin. (Ah o herşeye burnunu sokan tabiatımız)
Şimdiyse kentlilerin ayak izi haritasının da değiştiğini, iyice daraldığını düşünüyorum.
Haftasonu AVM’lerde kalabalığa kuyruklanan izleri saymazsak... İşten eve-evden işe, okuldan eve-evden okuladır, belki bir çok insanın yegane istikâmeti.
Navigasyonunu açsan, “Salına da salına da gel /Hadi yavrum, dön dolaş yine bana gel” türküsü çalar.
* * *
Teknoloji, bilhassa birbirini kovalayan iletişim cinlikleri, hayatı el şakası gibi etkiliyor şüphesiz.
Bu etkileri, hemen her ânı ceplere, ipadlere kilitli, her geçen gün büyüyen cemaatle burun buruna yaşıyoruz.
Bu kilitlenme, elindeki/önündeki ekrana odaklanma, ilişkileri, sohbetleri de sabote ediyor tabi.
İki kelâm etmek için masaya oturanların lafı, balla değil portalla kesiliyor.
* * *
“Gezme”nin bile yerini, “internette gezinmek” aldıysa, var bir arıza. (Buna bir de “sörf” deniyor ya, bilmeyen ekstrem bir şeyler, kültürel faaliyetler yapılıyor sanır)
Ekranlar, insanı uzaklara, “sonsuz”a ulaştırırken, adımlar evlerin, AVM’lerin koridorlarını arşınlıyor çoğu kez.
Çocukları, trafiğinden bilmemnesine o “tekinsiz”, oynamaya değil sadece hızlıca bir yerden bir yere gitmeye ayarlı sokaklara salmak da mümkün gözükmüyor.
Besmeleyle salsan, akranı sokakta değil ki zaten.
Bir punduna getirip sokağa aksa, bir gün pencereden "aşkolsun sana çocuk" diyerek takdirle, uzun uzun izlediğimiz velet gibi, tek başına çamurda, bir su birikintisinde tepinecek.
Eh geriye, TV’sinden ipadine ekranlar kalıyor, cebine giriyor.
* * *
Bu çoraklıkta kar, yıllar sonra insanı nostaljiye sürükleyen, bazen dejavu üreten “malzeme”ler arasında özel bir yer kaplıyor sanırım.
Hani o naftalin kokulu, nafile malzemeler...
Herşey harika mıydı o zamanlar, elbet değildi. Ama çocuksun ya, o delikan var ya, öyle gelirdi.
İmkânları, temel gereksinmelerin sağlanmasını filan, bir de mum ışığında ders kitabını hatmedene, sabahın köründe, ayazında kömürlüğe gidip, sonra da sobayı tüttürene sorun derim.
Ama nostalji hatıraları temize çektiği, istenen şekliyle dolaşıma açılabildiği, hatta ayıkladığı için güzel, esasında.
Geçmişi hoş hatırlamak tamam da, hayatı geçmişten ibaret sanmak, hatıralarla yaşamak başka...
O zaman yanılsama, sokulgan bir mayın gibi kaçınılmaz:
“Soğukta it gibi titreye titreye, o "okusana ulan" mektebine yürümek bile çok güzeldi azizim...”
* * *
Velhâsıl kar da, seyrederken, güzelliğini atkısı, beresi, termal taydı, kaz tüyü montu, miflonlu çizmesiyle sıkı sıkı, mevsim geçirmez yaşarken başka...
Ona mecbur, maruz kalındığında, başka.
Benim için derseniz... Bir yönüyle hüznün güzelliği. Diğeriyle, güzelliğin hüznü... Elde var, bahçe manzarası.
Doğanın geri çekilme, uykuda zamanı.
Ya insanın?
Bir gün ansızın kızak kaymayı, kartopu oynamayı, kardanadam yapmayı, karda serseri sarsak dolanmayı bırakan insanın...
Benim gibi, onun da belki dudaklarının arasından o mahut, o uykulu cümle dökülecek:
“Kimbilir, kaç kar daha kaldı layığınca yaşayacağımız...”
Paylaş