Paylaş
Yani “iç mekana doğal ışığın girmesini, dışarının görünmesini ve gereğinde havalandırmayı sağlayan camlı açıklık”...
Doğaya, havaya, insana, ‘dışa’ açılırdı penceler.
Eve ‘mevsimi’ taşırdı...
Mevsimlerin farklı kokusunu, ışığını, kırlangıçlarla, sokakta oynayan çocukların birbirine karışan cıvıltılarını...
Dışında da, içinde de geniş pervazlar vardı.
Pencere çiçekleri, güvercinler ve onları gözleyen kedilere ‘mahsus’ pervazlar...
* * *
Önce ‘dışarısı’ bozuldu.
‘Dışarı’nın gürültüsü, havası, kokusu, dokusu değişti.
Sonra balkonlar...
Önce eski, lastiği patlak bir bisiklet, merdaneli bir çamaşır makinesi, telleri yırtık bir kiler dolabı konup, “depo” oldu.
Baktı müteahhit kimse çıkmıyor balkona, evin “m2”sine kattı, fındık kabuğu kadar yer ayırdı.
Terkedildi, hatta kapatıldı birer birer. Enis Batur’un “Balkon: Cesur Körfez” denemesinde yazdığı gibi:
“İnsanlar, balkonu salona, yatak ya da oturma odasına dahil ederken metrekare kazandığına sevindi de, her evden bir düş odası eksildiğini bilmedi, bilmek istemedi.”
Sonra pencereler bozuldu.
Dışa dönük pencereler ‘içe döndü’.
Olabildiğince küçük, olabildiğince yalıtımlı...
‘Isınmak’ için küçültüldü.
Sokaktan ‘soğutmak’, sokağın sesini iyice kısmak için yalıtıldı.
Karelere bölündü, dar çemberlere...
Batık gemilerin yosunlu lumbozlarına dönüştü.
Ve ‘melankolya’ oldu pencere çiçekleri.
* * *
Batur, “Pencere Kimdir?” başlıklı denemesinde anlatır.
“Herşeyden önce işlevdir pencere” der.
“İçeriyi dışarıya, ışığa ve ısıya göre ayarlar”...
Pencerenin yan uzuvlarını da sayar:
“Kulp, vasisdas, perde, jaluzi, parmaklık, sinek teli, onun nerede ve nasıl’ına sıkı sıkıya bağlıdır. Londra’nın pencereleri yalnızlıktır. Küçük İtalyan şehirlerinde mutlak aralıktır: Sesi, soluğu, ezgiyi paylaştırırlar.”
Ve tanımlar sonunda pencereyi:
“Parantezdir pencere”.
Ankara’da neyi ‘parantez dışında’ bıraktı pencereler?
Paylaş