Paylaş
1951 yılında çıkarıldığı Türkiye vatandaşlığına anca 5 Ocak 2009’da alındı. Bu da bir başarı, bir marifet oldu her münazarada gönderine özgürlüğü değil yasakları çeken parlamentoda...
Ama hala ne vasiyetindeki gibi Anadolu’da bir köy mezarlığına gömülebildi. Ne mezarında bir çınar gölgesi...
“Yazılarım otuz kırk dilde basılır, Türkiye’mde Türkçemle yasak” sitemi yaşarken yansıdı dizelerine...
Öldü, ölümünün üzerinden tam yarım asır geçti. Daha yeni çıkarıldı “Kurtuluş Savaşı Destanı” yasaklı kitaplar listesinden...
“Yuh” sözü, yüz yıllık “iktidarın 10 türküsü var 9’u yasak üzerine” türküsüne en uygun nakarat olur bu mevzuda.
* * *
Bir yanı buydu Nazım şiirinin... Öteki yanı ise, “dışı seni içi beni” misali...
Nazım Hikmet’i sevdik, okuduk da, asıl onu sadece politik şiiri, komünist kimliği ile sınırlamamak özgürleştirdi bizi.
Ve Nazım’ı şiirin tek üstadı, peygamberi gibi değil, “insan”, hatta “çocuk” haliyle sevince, ustalığını-hayatını asıl orada keşfedince, yeni şiirlere, yeni şairlere aralandı gecelerimiz.
Bir şairi, ideolojisi, yaşam biçimi, karakteriyle değil sadece şiiriyle (yani asıl meziyetiyle) sevebilmenin bahtiyarlığına ulaştık.
* * *
Aynı siyasi görüşte olduğu, şarkı, türkü, marş yapıldığı için bir çok insanın bir dönem değdiği, sonra bir daha yanına uğramadığı “şiir”, aslında kimyasından öte kabı-kacağı altına çeviren simyasıydı hayatın.
Hani, “Herkes hayatının bir döneminde, bir kez şiir yazmıştır” derler ya, şairin ayağı/uyağı öyle değildi. O, şiir de değildi zaten...
Şiirin ortaya yuvarlanmış kafiyeli, hamasi bir şeyler değil, edebiyatın en yüksek, büyülü hali olduğunu, bazen bir şairin bir dizesinin, koca bir romanın dünyası kadar geniş olabildiğini “politik şiir”in, “sanatta slogan ritmi”nin ötesine geçebilince öğrendik.
Kendi duvarlarımızın ötesine geçince; Zeynep Casali’niden mülhem, tenimizden bile önce gelen duvarlarımıza bir gözetleme deliği açılınca, değişti dünya.
Bazen çekiç ritminden ibaret kalan “hayatın müziği”, “şiiri” değil sadece, hayatın bizzat kendisi değişti.
* * *
İki yanı keskin bıçak gibi hayatı bölen siyasetin -elle- kavranabildiği o dönemlerde, zordu belki “öteki” şairleri sevmek.
Necip Fazıl’ın, Ezra Pound’un şiirlerini (de) sevmek, sağcı, faşist, ırkçı görülebilirdi. Görüldü de çoğu kez.
Sadece o dönem mi?
Orhan Veli’yi “garip”, Attila İlhan’ı “basit”, İsmet Özel’i “dönek-meczub”, Edip Cansever’i, İkinci Yeni’yi “entel-dantel-absürd” bulanlar ve değerlendirmek yerine yok sayanlar, küçümseyenler yok mudur hala...
* * *
Orhan Veli’yi okumazsanız, “Mualla’yı sandala atıp, Ruhumda Hicranın’ı söyletme hikâyesi”nden de mahrum kalabilirsiniz.
Attila İlhan basit, apolitik filan gelirse, belki bir şehre tapıp, sokaklarında Mohikanlar gibi ateşler yakamaz, “Kimi sevsem sensin hayret” diyemezsiniz giden bir sevgilinin ardından...
İsmet Özel’i afaroz ettiyseniz kişiliği, ideolojisi nedeniyle, şiddetin, genç ölümlerin kol gezdiği yıllarda “otların sarardığı yerlerde güneş,
kurşunun değdiği tende heves kaldığını” getirmezsiniz aklınıza... Damdan düşen küçücük bir kanaryanın bile, aslında ölümün sarışın bir yürüyüşü olduğunu hiç düşünmezsiniz belki...
“Şiirsever” olup da Cansever’i öteler, anlamazsanız, can sevginiz eksik kalır, hayattan kopar Ruhi Bey.
Yarın, bir şiiri, romanı “yazanına göre mi değerlendirmeli, yazdığına göre mi” muammasına geleceğim, ki muamma filan sayılmaz aslında.
Paylaş