Paylaş
Sağcıysa, “Komünistler Moskova’ya” sloganının tarihi ve en elverişli örneği olarak “vatan haini” gördü...
Solcuysa, baştacı etti. Kitaplarının hemen her dönem, yasaklı, en azından sakıncalı olması da ayrı bir cazibeydi aslında.
Gizli-saklı bir şeyler yapmanın heyecanı, mevzu şiir olunca iyice büyülü, naif bir hal kazanıyordu.
Özellikle bizden önceki kuşağın, 47’lilerin, onun şiirlerini bir sır gibi okuyan ve Fahrenheit 451 romanındaki gibi ezberleyip, yine sır ortamlarda dillendiren “kahraman”ları bile oldu.
* * *
Murat Belge Mayıs 2002’de Radikal Gazetesi’nde yayınlanan makalesinde o dönemi şöyle anlatıyor:
“Ortaokuldayken, annemin lisedeyken kendine hazırladığı şiir defteri elime geçmişti. ‘Salkım Söğüt’ü ve ‘Bahr-ı Hazer’i ilk olarak bu defterde görüp okumuş, çarpılmıştım. Herhalde basılı kitabı pek bulunamadığı için annem bulduğu şiirlerini bir deftere yazma gereğini duymuştu.
(...) Nazım o birkaç şiiriyle ‘en’ sevdiğim şair haline geldi. Daha sonra, lise yıllarında benim de bir şiir defterim vardı ve burada en büyük yeri Nazım Hikmet kaplıyordu.
Ama lafını etmek yoktu. Ancak çok güvendiğin birkaç arkadaşla böyle şeyler konuşulabilirdi. Nitekim, Nazım’ın şiirlerini bir kız arkadaşıma okutmuştum. Hep aynı hikaye: Nazım’ı ilk okuyan herkes gibi o da bayılmıştı -iyi şiir karşısında normal ve sağlıklı insan tepkisi. Ama bundan evinde konuşacak olmuştu ve kıyamet kopmuştu. Kızcağızın ödü kopmuş, okuyup okuyacağına pişman olmuştu. O hızla beni de iyice sorguya çekmişti: ‘Komünist misin?’ Değildim, o yaşta. Gene o yaşta, ‘Kendim komünist olmadan bir komünistin yazdığı iyi şiirden zevk alabilirim’ muhakemesinin geçerli bir estetik tutum olduğunu, bu vesileyle, kendi kendime keşfetmiştim.”
* * *
70’lerde farklı hayatlara yelken açan ya da bedenini o fırtınaya -dümensiz- bir şeytan uçurtması gibi uzatan “delikan”a, kasırga gibi yaman ve “dünyayı değiştiren” şiirler gerekti zaten.
En güzel deniz henüz gidilmemiş olandı elbet... Rüzgar kanatlı kızıl atlılara, “birden bire bir kuş gibi vurulmuş” Denizlere, Mahirlere, Ulaşlara ağlıyordu zaten derdini suya döken salkımsöğütler... Her gün başka bir ölü yatıyordu sokaklarda, meydanlarda; ders kitabı bir elinde, bir elinde başlamadan biten rüyası, kurşun yarası kızıl karanfil gibi açmış alnında...
Toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çok, korkak, cesur ve hakim çocuklar, kapıları çalıp imza topluyordu mahallede... Dostların arasından, güneşin sofrasından akın vardı meydanlara... Güneşin zaptı yakındı...
Nazım’ın sevda şiirlerinden çok kavga dizeleri seslendiriliyordu sanki “birlikteyken”... Onlar türkü, şarkı, marş oluyordu.
Aşka, sevdaya, yer-zaman yoktu belki... Ya da Behçet Necatigil’den mülhem, geniş zamanlar umuyorduk da, çirkindi sanki dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek...
Yarin yanağından gayrı her şeyde, her yerde, hep beraberdik de, bir gece, aniden bastırdı “öteki” dizeler.
“Saçları samansarısıydı kirpikleri mavi, belasıydı başımızın” ve bir gecede öğretti hayat, “Tahir olmak da ayıp değildi Zühre olmak da, hatta sevda yüzünden ölmek de ayıp değildi...”
* * *
Asıl Nazım’ı o gecelerde tanıdım, tanıdık her geceyi sabaha erdiren arkadaşlarla...
Sevdayı, hasreti tanıyınca, daha önce Nazım’ın politik dizelerinin izinde Enver Gökçe, Hasan Hüseyin, Ahmed Arif’e sadece “mapus ziyareti” yaparken, o şairlerin de sevdalarına, ayrılıklarına hemhal olduk.
Nazım Hikmet’in bazı şiirleri başka bir şehre taşınmış çocukluk arkadaşları gibi, uzağımda kaldı sonra. Bir daha aramadım o şiirleri... Ama bir dönem kuytuda kalan, hatta ötelenen bazı şiirlerini de hissederek anladım, “tarih” olamayacak kadar herdem taze kalabildiğini fark ettim.
Yarın devam edeceğim.
Paylaş