Musluktan akan suyla bardağını doldurdu, dikti kafasına. Bir daha... Mutluydu.
Kim ne derse desin, -bal gibi olmasa da- Allah'a emanet babından içiliyordu işte musluk suyu...
Salona girerken sağdaki düğmeyi çevirdi, ampulün bir anda ortalığı aydınlatan ışığına şükranla baktı. Kesinti yoktu, bir süredir...
Dirseklerini dayadığı yerlerden eskiyen koltuğuna oturdu, oh ne rahat...
“Eskiyen koltuk, yeniliği gittikçe üste yumuşacık oturan tişort gibi rahatlatır insanı” diye geçirdi içinden, keyfi yerindeydi:
“İnsan, alışkanlıklarına sahip çıkmalı...”
* * *
Bir sigara yaktı, filtresinden o sevimsiz yanık kokusu gelinceye kadar uzun uzun içine çekti.
Bazen insana hep uzak gelen bir müzik, bir türkü, hatta damardan bir arabesk bir yerlerde(n) kulağına ulaşır, gönüle, o “an”a denk gelir.
Gelir, sarar-sarmalar. Bir bakarsın, mırıldanıyorsun.
Diline, dudağına yapışmış “yabancı madde” gibi, kovalamak istersin... Ne mümkün!
İnsanın o halini, benlik soruşturmasına, imaj sorgulamasına dönüştürmesini, yahut o halini “saklama” çabasını anlayabilirim de, haz etmem pek.
Hoşlanıyorsan, o ezgi içerlerinde, gönlünün bir yerlerinde esinti yaratıyorsa...
Görmezden, duymazdan gelmek yerine, o anın kıymetini bilmek, keşfini/keyfini sürmek, hem bünyeye, hem ruha, hem karaktere iyi gelecektir.
* * *
Hürriyet Ankara’
Biri Taraf Gazetesi’nin ilk çıktığı dönemde TV dizilerine, “cemiyet”e derinden, esprili bir dil kuyumculuğuyla dokunan “Telesiyej” köşesiydi. (Köşenin ardındaki o nefis kalemin, gazeteci, yazar Pakize Barışta olduğunu öğrendik sonradan)
Diğeri de Perihan Mağden’in ezber bozan, kendi dilini üreten, zehir-zemberek ama gerektiğinde övgüsünü de esirgemeyen yazılarıydı... (Bu arada röportajında okudum; Mağden, Zerrin Tekindor için bir oyun yazmayı planlıyormuş: Zeki Müren’e âşık olan bir kadının hikayesini... “Ehil ellerde sinemaya da uyarlansa...” diye geçiyor aklımdan)
* * *
Hürriyet yazarı Onur Baştürk’e rastladım sonra...
Üslubu, donanımı bu örneklerden farklı da olsa, magazine yaşayan ve “haberci” bir pencereden baktığını, “dil”e özen gösterdiğini düşünüyorum.
“Magazin” aleminde kıyaslamalara gidecek kadar ufkum/vufukum yok elbet ama, sayfadaki değil, sokaktaki “cemiyet”in peşinde gibi geliyor bana...
Baştürk
Sokağa doymuş çocukluğumun en keyifli kesitlerinden birisi, Esenboğa Havalanı’nda geçti.
Meydan Müdürü’ydü babam.
Her tatilde, onunla birlikte havaalanına gitmek ve arabadan iner inmez -öğle yemeği buluşması dışında- ortadan kaybolmanın uçaklara nazire özgürlüğünü unutamam.
Pistleri çepeçevre saran, envai çeşit çiçeklerle bezeli sonsuz arazide kendine özgü homurtular, ıslıklarla durma inip-kalkan uçakların altında kollarımız tayyare, koşar dururduk.
* * *
Orada havuza girmenin, dümdüz, başka taşıta rastlanmayan yollarda Willys jeep, çöp traktörü kullanmanın, özellikle de hangarda hurdaya çıkmış uçakların içine girip “pilotçuluk” oynamanın harikulade anlarını hala hatırlarım.
Bu kaçamakların tümü, imtiyazsız, çıkarsız çalışma ahlakını kendi anayasasının ilk sırasına yerleştiren, sonra da Devlet Hava Meydanları İşletmesi’nde ilk memur sendikası
Ama önce günümüzde, “baba mesleği” nitelemesinin, artık “ana-baba mesleği”ne dönüştüğünü vurgulamam gerek.
Secretcv.com’un yaptığı anket, üç gündür daha çok babalarımızın kuşağı üzerinden sürdürdüğüm yazılar bağlamında birşeylerin değiştiğini ortaya koyuyor.
“Çocuğunuz hangi mesleği seçsin isterdiniz” sorusunun yöneltildiği ankete katılanların yüzde 75’i “Çocuğum benden farklı bir meslek icra etsin” diyor.
8 bin 260 kişiyle yapılan anketin sonuçları, ebeveynlerin kendi mesleklerinden memnuniyetsizliğini de gösteriyor:
“Bari çocuğum benim işimi yapmasın...”
* * *
Yine de, ankete katılan ebeveynlerin beşte biri çocuğunun da
Ama bu hal, çocuklarının “kendi devamı gibi, görmek istediği gibi” olmasını istemeleriyle yakından ilişkili:
Evlada, kabataslak kendi projesi olarak bakmak...
Gerçekleştirilememiş hayaller, batıl, temelsiz umutlar, çevreyle rekabet, soyut itibar, gurur, güç beklentileri de tuzu-biberi sanırım.
Adı, hatta amacı “en baştan” koyulan, üniversite, meslek seçimi -illa- dayatılan çocuklar da, bağımsızlığı, özgüveni, stili, bireysel-toplumsal kimliği, ana-babası hayata veda ettiği zaman yapayalnız omuzlanacağı geleceği için debelene dursun.
* * *
Geleceği çizilen çocuklar, bu yolda “tecrübe”ye dayalı nasihat yağmuruyla da boğuşur.
Ana-baba tecrübelerinin çoğu da, kötülükler, tuzaklar, korkular, hayalkırıklıkları, hatta Yeşilçam dramları gibidir, zaten.
O kıymetli
Zanaat deyince, son kez kepengini indirirken “Ne yapacaksın, baba mesleğiydi” diye hüzünle başını öne eğen saten yüzlü yorgancılar, yayı, tokmağı, başında kukuleta misali beresiyle sokaklarda Gölbaşılı Robin Hood gibi dolaşan hallaçlar, örsü geleceğinden hafif demirciler, bakışları nakışlı bakırcılar, sedef kakmalı ceviz ayakkabı sandığının ardında elinden düşmeyen fırçası, kadifesiyle lostracılar, lupu üçüncü gözü olan saat ustaları, meşin önlüklü kundura tamircileri, ayağı iri çarkın pedalında bileyciler, şişe dibi gibi kalın gözlük camıyla örücüler, kolunda iğneliği, parmağında yüksüğü, elinde mezurasıyla terziler geçer çocukluğumun o çıkmaz sokağından.
Ve giderek, elinde tek hatıratı -çoğu iki haneli- alacaklarını yazdığı “veresiye defteri” kalan cümle küçük esnaf.
Hayatı, canı, geleceği veresiye...
Bugüne kalan en açık izlerini ise yollarda, arkasında “Babam sağolsun” yazan taksilerde, ticari araçlarda, “vefa” haliyle görürüm.
Hepsi, “Büyüyünce ne olacaksın” sorusuyla hiç karşılaşmadan, bir günde büyüyen çocuklar gibi gelir bana.
Herşey için küçük ama 15 metrekarelik dünyasında çalışırken elleri büyük çocuklar... Ahmed Arif’in dizelerindeki gibi:
“Ciğerleri küçük, elleri büyük /Nefesleri yetmez avuçlarına...”
İlki 20 Nisan 1939’da... Türkiye’den bir heyet, o gün doğan Nazi lider Adolf Hitler’in yaşgününü kutlamak için Almanya’ya gider.
Heyette, Ali Fuat Cebesoy, dönemin aydınlarından, gazeteci-yazar Falih Rıfkı Atay, Yunus Nadi ve Orgeneral Asım Gündüz vardır.
Doğumgünü “uzun, mutlu, sağlıklı yaşam dilekleriyle” kutlanan Hitler, üç ay önce, 30 Ocak’ta dünyayı sarsan o ünlü Reichstag konuşmasını yapmıştır. Ve Avrupa’da bir savaşa gidildiğinde mutlak suretle “Tüm Yahudi kökenlilerin ortadan kaldırılabileceğini” söyleyerek, yakın gelecekteki kitle katlimanın işaretini ilk defa vermiştir:
“Yahudi sermayedarları ulusları bir kez daha bir dünya savaşına sokmayı başarırsa, sonuç Avrupa’daki Yahudi ırkının yok edilmesi olacaktır...”
Dört ay sonra da Polonya’yı işgal eder, zaten.
Ve “Yahudilere yönelik temizlik harekatı”nı başlatır.
* * *
Doğumgünü partisinden üç yıl sonra, yine 20 Nisan’da Anadolu Ajansı, basın merkezindeki Yahudi kökenli çalışanların tümünü, 26 kişiyi aynı anda işten atar.