Paylaş
Biri Taraf Gazetesi’nin ilk çıktığı dönemde TV dizilerine, “cemiyet”e derinden, esprili bir dil kuyumculuğuyla dokunan “Telesiyej” köşesiydi. (Köşenin ardındaki o nefis kalemin, gazeteci, yazar Pakize Barışta olduğunu öğrendik sonradan)
Diğeri de Perihan Mağden’in ezber bozan, kendi dilini üreten, zehir-zemberek ama gerektiğinde övgüsünü de esirgemeyen yazılarıydı... (Bu arada röportajında okudum; Mağden, Zerrin Tekindor için bir oyun yazmayı planlıyormuş: Zeki Müren’e âşık olan bir kadının hikayesini... “Ehil ellerde sinemaya da uyarlansa...” diye geçiyor aklımdan)
* * *
Hürriyet yazarı Onur Baştürk’e rastladım sonra...
Üslubu, donanımı bu örneklerden farklı da olsa, magazine yaşayan ve “haberci” bir pencereden baktığını, “dil”e özen gösterdiğini düşünüyorum.
“Magazin” aleminde kıyaslamalara gidecek kadar ufkum/vufukum yok elbet ama, sayfadaki değil, sokaktaki “cemiyet”in peşinde gibi geliyor bana...
Baştürk geçen hafta, 2-3 yıldır “milli”liğini koruyan “Ankara’nın Bağları”nı yazmıştı Kelebek’teki köşesinde:
“Ankaralı Coşkun’un türküsü, ne zaman ki havalı İstanbul kulüplerinde arada bir eğlence olsun diye çalmaya başladı, kısa sürede patladı gitti. Ankara’nın Bağları çaldığı vakit o kasıntı abiler/ablalar, hepsi aynı anda kollarını kaldırıp oynamaya başlıyordu. Hala da öyle...”
Yazısında, yıllarca “nefis/cool balladlar”ına alıştığımız Nilüfer’in BKM konserinde Ankara’nın Bağları’nı söylemesinin yarattığı tartışmaya, “Ne gerek vardı” gibilerinden “elit tepkiler”e de değiniyor. Ve ekliyor:
“Gecenin bir vakti Ankara’nın Bağları’nda oynayıp gevşedikten sonra, ertesi gece Nilüfer konserinde aynı türküyle karşılaşınca, ‘Ay ne iğrenç’ diyerek mi geçecek ömürler?”
* * *
Baştürk’ün özetlediği bu “hal”, aslında “magazin” meselesinde de var, ezelden beri...
Kime sorsanız, magazin haberlerini ne gazetede, ne TV’de, ne internette asla ve kat’a izlemediğini söyler, genellikle.
Ama bir muhabbette bakarsınız, hemen herkes bu konudaki havadislere, detaylarıyla vakıftır. (Bilgi, kapıdan kovsan bacadan girer)
Magazine, dizilere dudak büker; sonra bir anda Hürrem’in hayat hikayesini, şu an, nerede, kimle, ne yaptığını döker ortaya... (Bilgi, şişede durduğu gibi durmaz)
Ardından balansa çalışır, mahcup mahcup:
Ya TV’de zap yaparken gözüne takılmıştır, ya internette dolaşırken...
* * *
Ankara’nın Bağları’na dönersek yeniden, parantezi biraz daha genişletmek istiyorum.
2013 yılının en kötülerini belirlemişti mesela, Best FM dinleyicileri...
“En kötü şarkı” olarak da Ankara’nın Bağları’nı seçmişler.
Bir dönem trafikte bol bol “Arabada 5, evde 15” nevinden gevşek-gevrek “Angara Havaları”na kulak misafiri (mahkumu) olan biri olarak, “Ankara’nın Bağları”na biraz haksızlık edildiğini, oy verme halet-i ruhiyesinin de bolca samimiyetsizlik koktuğunu düşünüyorum.
Ankara’nın Bağları, başucu, araba müziğim filan değildir ama...
Müslüm Gürses yorumunu dinlediğimde, içimde bir şeyler kıpırdar.
Feryal Öney yorumunda ise, bir türlü alışılamayan, kabullenilemeyen, “boynunu büke koyan” acı bir ayrılığın hüznüne, türkünün sözlerinin -asıl- anlamına ulaşırım.
Türküyü, şiiri “ayak sesinden tanıyan” Bedri Rahmi Eyüboğlu, “Ne zaman bir türkü dinlesem, şairliğimden utanırım” der ya...
Belki öyle, biraz da.
Sözüm bitmedi, yarın devam edeceğim.
Paylaş