Yaşar Sökmensüer

Yağmur yağdı kaç kaç kaç

7 Haziran 2014
Hava da, söz de yine yağmurla açılmışken, dün yazımda bu “ıslak” halin kimi zaman insanın yalnızlığını, yüzüne yüzüne vurduğundan söz etmiştim.

Hatta kalabalıklar arasındaki yalnızlığında bile...
Alışveriş merkezlerinde yağmurla birlikte iyice omuz-omuza gibi gelir bana, “yalnız kalabalık”lar...
İster yağmurdan “kapalı” yere sığınma olsun, ister daralıp da alışverişe sığınma... (Birinci dereceden AVM-ATM akrabalığı)
Bu halle ilgili kıvamlı fikirler-zikirler ürettiğimden değil, ayıpladığımdan filan hiç değil. (Tel Şehriyeli Kuru Domatesli Bulgur satıyorlar mesela x AVM’de, meyhane pilavına bire bir)
Ama tek boyutluluğun evirip-çevirdiği derinlerdeki bir yalnızlığın, edilginliğin o aksak gezintisinin bilhassa oralarda piyasaya çıktığını düşünürüm.
Otomobil testlerine espri bir dille yaklaşan, “Oto-park” sitesinin hafif arazi aracı esintili, bir SUV markası için yaptığı değerlendirmenin tadı damağımda:
“Viraj yapası yok, off-road yapası yok, alışveriş yapası var...”

Yazının Devamını Oku

"Varsın yağsın küçük hanım"

6 Haziran 2014
ANKARA’da ilkbahar da, sonbahar da pürtelaş mevsimlerdir sanki. İkisi de sombahar olmaz hiç. Ya “Baharı görmeden yaz geldi geçti”dir, yağmur altında hüzzam makamında.

Ya sohbaharı ağız tadıyla yaşamadan, ayaza döner bozkır havası...

Bir vaktin, bir mevsimin, hatta bir ömrün -hızla- geçişi de öyledir belki.

Ki gün gelir ömür denilen aritmetmedik, “Daha kaç mevsim, kaç bahar daha?..” diye sordurur adama, bazısını soldurur masada...

* * *

Yağmur her bünyeye farklı gelir.

Misal ben, manzara menzilinde yeşilden çıldırmış ormanlar, dalgalı bir deniz, fiyordlar, kayalıklar filan varsa yağmuru da, gri havaları da seviyorum sanırım...

Renkleri silen, solduran kabak gibi öğle güneşine misliyle tercih ederim, en azından.

Belki de yağmuru sevmek, bir tür “

Yazının Devamını Oku

Gökten üç elma düştü

29 Mayıs 2014
Dün yazımda Hıncal Uluç’un, üç yıl önce Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmiyle ilgili “eleştiri”lerine (aslında saydırma da denilebilir) değinmiştim.

Uluç önceki gün yazısında Ceylan’ın aldığı ödülün keyif ve gurur yarattığını vurguluyor.

Gururun kaynağını ise, “Nuri Bilge de El Turco.. The Turkish!.. Ben de El Turco’yum!” diyerek açıklıyor. (“Yönetmenliğini boşver, Türk olması yeter” çağrışımı yapıyor bana...)

Ve Ceylan’ın sinemasını sevmediğini de ekleyerek, bir Amerikalı eleştirmenin dokundurmasını aktarmayı da unutmuyor:

“Muhteşem bir film, ama tabii yarısında uyumaz ve sonuna kadar seyredebilirseniz...”

* * *

Bir filmi beğenmemek, hatta bir yönetmenin sinemasını genel olarak sevmemek son derece olağan bir durum. Hatta, seyirci hakkı...

Ancak ardındaki emeğin, özenin, ustalığın aşikar olduğu bir filme, “on para etmez, uzun, gereksiz, hiç bir şey anlatmıyor, konusu yok, hikayesini anlatmak için 20 dakika yeterli, kesin atın, bir şey fark etmez...” söylemiyle -elde süpürge- yaklaşmak, ötesi “Gitmeyin, tavsiye etmem” demek başka bir konu. (Uluç’un “tavsiye” dozajı bazı filmlerle ilgili “Gitmeyin, paranıza yazık”a da evrilebiliyor)

Önce,

Yazının Devamını Oku

Hıncal Uluç’un kulağı çınlasın

28 Mayıs 2014
Nuri Bilge Ceylan’ın Altın Palmiye’yi kazanan 3 saat 16 dakikalık “Kış Uykusu” filmi, jüri başkanlığı yapan Avustralyalı yönetmen Jane Campion’ı başlangıçta kaygılandırmış:

“Filmin uzunluğu dikkatimi çekti. Doğrusu kaygılandım… Ama izleyince büyülendim. Akışına hayran kaldım.”
Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmi için “2.5 saatin 2 saat 10 dakikası olsa da olur, olmasa da sahnelerden oluşuyor. Filmin hikayesini 20 dakikada anlatmak mümkün” diyen Hıncal Uluç’un kulakları çınlasın. (Ve ona bu “film eleştirisi”nde yerden göğe hak veren Levent Kırca’nın…)

* * *

O günlerde değinmiştim; Uluç üç yıl önce “2.5 saatlik estetik sıkıntı” başlığını attığı yazısına, şu cümleyle giriyordu:
“Benim paramla, on para etmez...”
Ardından da bu cümleyi kendisinin değil yabancı bir seyircinin söylediğini ekliyordu.
Ama yazdıkları, onun bu sözleri sarf etmediğine ikna etmiyor beni. (Etse de, sarftır zaten...)

* * *

Yazının Devamını Oku

Depremler bizim neremiz

27 Mayıs 2014
YAŞANAN felaketlerin, acıların yarattığı travmaya dün deprem üzerinden değinmeye çalışmıştım. Hilmi Yavuz bir ‘sevda şiiri’nde “Depremler senin neren?” diye sorar.

O dizeyi okuduğumda, deprem imgesi, muhayyilemin iç denizinde şairin rüzgarıyla gezen yelkenli gibi beni başka hallere taşımıştı.

Ki, “deprem” imgesini sever aşk şiirleri.

Kiminde dudaklarda yaşatır depremi; kiminde yağmurda ıslanmış tende, hasreti tuşa getirmiş bedende...

* * *

Bir başka şair depremin içerlerdeki sarsıntısını, her eli telefona uzandığında yaşar.

Ya da hayallerle boğuşur Attila İlhan’ın dizelerindeki gibi, “hayallerin gürültüsü /sinsi bir deprem gibi camların titremesinden”.

Ama bir gün o imgeyi bireyselleştiren hayaller, gerçeğin görüntüsünün altında, enkazında kalır.

Ve şiir bir imgesini yitirir, gerçek hayattan özür diler gibi...

Yazının Devamını Oku

Hıncal Uluç'un kulakları çınlasın

26 Mayıs 2014
Nuri Bilge Ceylan’ın Altın Palmiye’yi kazanan 3 saat 16 dakikalık “Kış Uykusu” filmi,f estivalde jüri başkanlığı yapan Avustralyalı yönetmen Jane Campion’ı başlangıçta kaygılandırmış: “Filmin uzunluğu dikkatimi çekti. Doğrusu kaygılandım… Ama izleyince büyülendim. Akışına hayran kaldım.”

Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmi için “2.5 saatin iki saat 10 dakikası olsa da olur, olmasa da sahnelerden oluşuyor. Filmin hikayesini 20 dakikada anlatmak mümkün” diyen Hıncal Uluç’un kulakları çınlasın. (Ve ona bu “film eleştirisi”nde yerden göğe hak veren Levent Kırca’nın…)

O günlerde değinmiştim; Uluç üç yıl önce “2.5 saatlik estetik sıkıntı” başlığını attığı yazısına, şu cümleyle giriyordu:

“Benim paramla, on para etmez...”

Ardından da bu cümleyi kendisinin değil yabancı bir seyircinin söylediğini ekliyordu.

Ama yazdıkları, onun bu cümleyi sarf etmediğine ikna etmiyor beni. (Etse de, sarftır zaten...)

* * *

Uluç, “eleştiri”sini filmin kilit sahnelerinden birisinden hareketle ortaya yuvarlıyor.

Filmde ağaçtan bir elma düşüyor, yuvarlanıyor ve bir dereye düşüyor. Orada da suyun etkisiyle ilerlemeye devam ediyor ve en sonunda bir dala takılarak, kendini çürümüş başka elmaların yanında buluyor.

Yazının Devamını Oku

Travmay Durağı ve Sincap Sevilay

26 Mayıs 2014
BİZİM kuşağın, -en azından benim çevremin- travmalara erken tanık olduğunu, ama geç algıladığını düşündüğümü yazmıştım dün. İstemeden, sağır da kaldık biraz sanki...

Travmanın ne olduğunu bilmeden, bazı insanlara travmayı sanki yakıştırdık.

Şimdilerde yön değiştirip, bacak kadar çakalların tehdit cümlesine dönüşen “Akıllı ol”unu, “Aklına mukayyet ol kardeşim” gibilerinden sıvazladık travmatik durumlara...

“Güçlü ol” dedik, sanki onun elinde, cebindeymiş gibi.

“Sarsılacak tabi biraz” diye, aslında onu değil içimizi ferahlattık.

* * *

Hatta, Ankara Ulus’ta Renk Pavyon’da saçları “küllü sarı, hafif uçuk”, gözleri “bela çiçeği” Oryantal Sevilay’da sevdik travmayı.

Sincap Sevilay da dedik ona, yerli-yersiz bir sesten, hatta bir nefesten sıçradığında...

Köklü, bereketli bulduk

Yazının Devamını Oku

Toprağa vermek

25 Mayıs 2014
TAM 301 insan... Ölümün aritmetiği her zaman sığdır ama, mesela bizim mahallede 15 apartmanın sakini...

Soma’da birdenbire kalıyorlar toprağın altında...

O sade, süssüz “ölü törenlerimiz” nedeniyle biliriz, hissederiz biraz “toprağa verme”yi...

Genç ömürlü soy arkadaşım, aramızdan ayrılanlarla en somut vedalaşma (bir nevi kabullenme, tevekkül) halinin, onu üzerine toprak atıp geride bıraktığımız “an” gerçekleştiğini savunurdu.

O amansız hastalığa yakalandığında, “Ürkeyim mi?” diye sormuştu bana, bir gece sabaha ererken:

“Ürkme Reha” diyebilmiştim, Burgazada’nın toprağı üstünü örttüğünde bile, onunla asla vedalaşamayacağımı bile bile...

Tevekkül için, inanç bile yetmez bazen.

* * *

Ama ya Soma?

Yazının Devamını Oku