Paylaş
Ama bu hal, çocuklarının “kendi devamı gibi, görmek istediği gibi” olmasını istemeleriyle yakından ilişkili:
Evlada, kabataslak kendi projesi olarak bakmak...
Gerçekleştirilememiş hayaller, batıl, temelsiz umutlar, çevreyle rekabet, soyut itibar, gurur, güç beklentileri de tuzu-biberi sanırım.
Adı, hatta amacı “en baştan” koyulan, üniversite, meslek seçimi -illa- dayatılan çocuklar da, bağımsızlığı, özgüveni, stili, bireysel-toplumsal kimliği, ana-babası hayata veda ettiği zaman yapayalnız omuzlanacağı geleceği için debelene dursun.
* * *
Geleceği çizilen çocuklar, bu yolda “tecrübe”ye dayalı nasihat yağmuruyla da boğuşur.
Ana-baba tecrübelerinin çoğu da, kötülükler, tuzaklar, korkular, hayalkırıklıkları, hatta Yeşilçam dramları gibidir, zaten.
O kıymetli “tecrübelerimiz”in, anca yaşadığımız hayat, cürmümüz kadar olduğunu, tecrübelerin de eskidiğini aklımıza getirmeyiz.
Oysa çocuğun, gencin, -eğrisi/doğrusuyla- kendi tecrübeleri, kendi duygularıdır aslolan.
Başkalarının tecrübeleri, aynısı başına gelmedikçe ona “uzak”, “başka” gelir.
Başkalarının meslekleri de, bünyede aynı heves, benzer dürtüler, yetenekler, gelişim/birikim yoksa, beyhudedir.
Dayatmayla seçersin ana-baba mesleğini, sonra Attila İlhan’dan mülhem; “Bir boşluğa düşersin bir boşluktan /birikip yeniden sıçramak için /elde var hüzün...”
* * *
Çocukluğun yaşan(a)mamış bir hayat dilimi olarak hüzünle anılması, bana Orson Welles’in kült filmi Yurttaş Kane’i hatırlatır hep.
Charles Foster Kane, iyi bir eğitim alması için küçücük yaşında evinden uzaklara, Chicago’ya gönderilir.
Valizi 1 hafta önceden hazırlanmıştır ama evinden, ailesinden uzaklaşacağını, karla kaplı bahçede neşe içinde kızağıyla kayarken, birdenbire öğrenir:
“Burasının senin yetişmen için uygun olmadığına karar verdik, iyi bir eğitim alacak, zengin olacaksın...”
Gözünde bir kaç damla yaş, elinde yaşamı boyunca yanından ayırmayacağı kızağıyla, gider -dönüşü olmayan- uzaklara...
* * *
Yıllar geçer, üne, güce, sonsuz zenginliğe ulaşır, bedellerini ödeye ödeye bir nevi imparatorluk kurar.
Gerçekten ihtiyacı olan “şey” dışında, herşeyi elde etmiştir.
O "şey" de, filmin finalinde ölüm döşeğinde yatarken, tek bir kelimeyle dökülür dudaklarından:
“Rosebud...”
Herkes araştırır, Kane’in son sözünün anlamını... Ne olduğunu, ne demeye geldiğini anlayamazlar.
Filmin son sahnesinde, Kane’in eşyalarını tasnif edenler tahta bir kızağı atarlar şömineye...
Kamera kızağa yakınlaşır, üzerinde Rosebud (gül goncası) yazmaktadır.
Edip Cansever’den de biliyoruz bu hali; “gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, hiçbir yere gitmiyor...”
Yarın, bacak kadarken kendi mesleğini seçen, mesela pilot olacağını söyleyip de, olan çocuklardan devam edeceğim.
|
Paylaş