Türkçe’de yetersiz kalan karşılıklarının da etkisiyle, sık sık vahim karışıklıklar da yaşanıyor.
Maalesef, asgari “dil bilgisi”nin elzem olduğu mesleklerde de görülüyor bu durum.
Bunlardan birisi de, dün başka pencereden değindiğim “arzu” kelimesi...
* * *
Misal... Bazı gazetecilerin de “arzu”yu unuttuğunu, ya da yanlış anladığını düşünüyorum.
Örneği çok ama birisini vereyim. Mardin’de 13 yaşında 26 kişinin tecavüzüne uğrayan N.Ç. ile ilgili -yüz kızartıcı- davada, kız çocuğuna ilişkin “Rızasıyla birlikte oldu” kararı çıkmıştı mesela.
Ama o çocuğun, “rıza” nüansını es geçip “kendi arzusuyla ilişkiye girdiği”ni yazan gazete(ci)ler, Üzmez değil üzdü beni mesela.
O 26 kişilik
Örnek olarak da, derya deniz “arzu” kelimesini vermiştim.
Arzuyu küçük yaştan tanırız aslında...
Federico Fellini’nin Amarcord’unda filmin ergen kahramanına “Üfleme em” diyen koca memeli kadın figürü, çocukluğumuzun hayal-meyal-mahal(le)lerinden arzuyla geçmiştir. (Arzu troleybüsü)
Arzunun içinde biraz da çocuksuluk vardır zaten.
Her zaman öyle sevimli, afacan değildir ama...
Bazen finalinde “iyi niyet indirimi” uman marazlığı, gözde -bir an- kıvılcımlanan fesatlığı, her şey olup bittiğinde de kravatını düzeltmeye çabalayan sarsaklığı da çoktur.
Ki bu filmlere, oyunlara da konu olmuştur.
* * *
Ve dilin olanaklarını genişleten, tedavülde olup da eğreti, yapay durmayan kelimeleri kıymetli, yerleşmiş enternasyonal kavramları da -fikrimce- gerekli bulduğumu vurgulamıştım.
Dahası da var.
Bir çok “özleştirme” çabası, dile yerleşmiş ama “yabancı” sayılan kelimelerin anlamını hakkınca (hatta melodisiyle de) karşılayamıyor.
* * *
Misal “arzu” kelimesi...
Psikeart Dergisi’nin “arzu” temalı sayısında uzunca irdelemeye çabaladığım bu -Arapça- kelime, topal kalan “Türkçeleştirme”ye iyi bir örnek.
Önce bir Türk Dil Kurumu’nun sözlüğüne bakalım. (Sayfa çevirme efekti eklenmedikçe, dijital sözlüklere hafif paranoyam var)
Arzu sözlükte şöyle tanımlanıyor:
Anadolu Ajansı’nın (AA) haberine göre, TDK’nın çağrısı üzerine yüzlerce öneri gelmiş.
Önerilerin bazılarını görünce, ahı-vahımın boşuna olmadığını anladım:
Bencik, kendicik, çeklaçek (Bu bünyemize uyar da, Behzat Ç. tonlaması var), fotokendi, kendirme, gözgüçek, bensel, çekinti, çeksun, görsel salım, zat-ı kadraj (Selfie’yi İngilizce’den Arapça ve Fransızca’ya çevirmek de iyi fikir)...
TDK, öneriler arasından daha makulünü bulabilir.
Mesela, computer yerine bilgisayar sözcüğü, bence müthiş bir buluştu.
Ancak meramım, daha derinde...
* * *
Pimpiriklenmemi mazur görün.
Ancak dışlanmayı, en azından kınanmayı göze alarak doğruları söylemekle, yalana başvurup işin içinden sıyrılmanın o altlı üstlü “ben”lerle mücadelesi, derinlerde, o koyu, sisli içişlerinde cereyan eder.
İnsanın kendisi, benliği üzerinde “operasyonel” düşünmesi de riskli iştir elbet.
* * *
Bu mücadelede ilki (doğrular) lehine elde edilen zafer, yalnız, tek başına törensiz kutlanabilecek bir mertebedir çoğu kez. Aynaya bakıp, usulca şerefe…
Ötesi, öğrenme sürecimiz, kulağa küpe nasihatlerimiz, tecrübelerimiz, ikinci halden (yalandan) yanadır.
Ayrıca, yalanı bir toplumda, en azından bir süre (hatta bazen uzun süre) tedavülde tutmanın kolayca mümkün olduğunu biliyoruz.
Kiminde ödülünü de alıyoruz otoriteden, dar zamanlarda…
Yılan bana dokunmasın da, yalan az değsin…
Çünkü nedeninden öte sonuçları da cürmünü farklılaştırıyor.
Hemen her dilde yalanın seviyelerinin farklı sözcüklerle , argonun muzır zenginliğiyle bir güzel tanımlanması da bu yüzden.
* * *
Amerikan argosunun, küfürden “el insaf kardeşim, bu kadar uydurma” mealine kadar uzanan ağız dolusu “bullshit”i mesela...
Türkçe’de “dil” olarak tam muadili olmasa da, “his” olarak fersah fersah karşılığı olduğu kesin.
Mavalı, martavalı, palavrayı, “yuh artık”ı kolayca kapsama alanına aldığı da ortada.
Kapsama alanı
üste bile çıkar:
“Az bile söyledim, hak etti...”
“Erkekliğime, namusuma laf etti, hakim bey” “savunma”sının cinayet davasında hafifletici sebepten sayıldığı bir ülkede, küfrü, hakareti, “şiddet”le cezalandırılmayı “hak etmek” de zihinlerde vaka-ı adiyeden işlem görür.
Kimi de, “Ben öyle demek istemedim” diyerek balansa başlar. (Balans yerine “kıvırma” sözcüğünü kullansam, sonradan ben de “Öyle demek istemedim” durumuna düşebilirim belki)
“Koca adamsın, demek istediğini deseydin” uyarısı ise, çoğu kez havada kalır.
Dilin kemiği yoktur ya, ne güzel...
Bir kaç gömlek ötesi ise
“Musluklardan akan evcil şehir suyundan, düğme çevrilince ampullerden yayılan ışıktan, dayanaklarla desteklenmiş melez ağaçlardan başka şey bilmezler.
Her şeyin bir mekanizmaya uyarak ortaya çıktığını günde yüz kere görürler: boşlukta bütün nesneler aynı hızla düşer, park yazın her gün saat altıda, kışın da dörtte kapanır, son tramvay on biri beş geçe kalkar.
Yarını yani bugünün bir tekrarını düşünürler; şehirlerde her sabah yeniden ortaya çıkan tek bir gün vardır... Ağır ve ılık bir hayat, anlamsız bir hayat.
Ama bunun farkına varmayacaklar.”
Sartre’ın romanındaki “kent hayatı”, aradan geçen 76 yıla karşın akraba duruyor bize değil mi?
Mutluluğun, huzurun, bir şehri anlamlı, akla, çağa uygun yaşamanın epey uzakta kaldığı “hayat”, bize ne kadar yakın...
İnsan,