Yaşar Sökmensüer

"Uzak bakışlı" o eski kadınlar

2 Kasım 2014
CUMHURİYETİN 91. yılında, Hürriyet Sosyal’de sanatta, sporda, siyasette öncü olan 91 kadına yer verildi. Sesi, müziğiyle zamana meydan okuyan kadınlar da var. Müzeyyen Senar, Safiye Ayla, Seyyan Hanım daha niceleri... Bakıyorum, fotoğraflarına... Kadın ve ses sanatçısı olmak, o günlerde yaman mesele.

O zamanları, o kadınları, bazen bir nağme birdenbire taşır bugüne.
Ve o ana kadar hafızanın kuytusunda kalmış bir güfte dirilir:
“Aşkı fısıldar sesin, bülbül müsün ah nesin
Bırak kalbine gireyim, gözyaşlarımı dökeyim
İç bu şarap olsun sana, yansın senin de yüreğin.”
* * *
Eski kulaklara aşina gelebilecek bu Klasik Türk Müziği güftesi ve bestesi, o 91 kadından birisine, Neveser Kökdeş’e ait.

Yazının Devamını Oku

Siyasette “kalıbının adamı” olmak makbul değildir bazen

31 Ekim 2014
POLİTİKACILAR genelde “siyasetin kalıbı”nı zorlamaz, olduğu gibi kabullenir.Tutum ve davranışlarını, “hava”larını, hatta elbiselerini o kalıba (geleneğe) göre ayarlar, o sisteme uyarlar. “Kalıbının adamı” olmak makbul bir şey değildir, bu örnekte... Bazıları ise, tek başına da olsalar o kalıba direnirler.

Erdal İnönü, 7 yıl önce 31 Ekim’de veda etti hayata.
Onunla birlikte, siyasetten de birşeyler eksildi:
Önemli bir şeyler, stil ile ilgili bir şeyler...
Bugün farkını, daha iyi, daha net anlayabiliriz.
Yokluğunu da...* * *
Misal... SHP Genel Başkanlığı döneminde diğer “sol” parti liderleri ve bürokratlarla bir restorana gider.
Garson sorar, “Ne yemek istersiniz efendim?”

Yazının Devamını Oku

Vicdan yastıkta uyanır

28 Ekim 2014
“VİCDAN”ı ben önce dayımdan öğrendim. Öğrenebildimse... Dün değinmiştim; “askeri mızıka astsubayı” dayımı, tek rütbesi, tek terfisi, tek gerçek savaşı olan “vicdanı” yolunda uzun usul tanıdım. Tanıdık... Esaslıydı. Peki neydi ki vicdan?

Atıyla, içlerinden birisinin adı Foksettin olan köpekleriyle, hatta besleyip büyüttüğü öksüz ayı yavrusuyla, vicdanın evcil bir hayvan gibi olduğunu...
Sadece gönülden isteyenin, koruyanın onu besleyebileceğini, büyütebileceğini o anlattı bana.

Vicdanın, otoriteyle asla geçinemeyeceğini ondan öğrendim, çocukken.
Asla üniforma/forma filan giydirilemeyeceğini de...
Emrin demirden önce, vicdanı kestiğini öğrendim.
Sadece bireyin değil, bazen bir ülkenin de vicdan yok(sun)luğundan malul olabileceğini...

Yazının Devamını Oku

Cüzdan-vicdan ve teneke trampet

27 Ekim 2014
RAHMETLİ dayım, emekli “mızıka astsubayı”ydı. Bando değil de, “Askeri Mızıka Okulu” denirmiş, onun zamanında... Gümbür gümbür mehter başta olmak üzere askeriyenin her halini savaşa ataşlarım da... Muhtemelen dayımın renkli, gönlübol, dikbaşlı ama merhametli kişiliğinin etkisiyle “mızıka subaylığı” bana farklı gelmişti.

Onca disiplinin, otoritenin, “bir örnek” içtiması/içtimaisi içinde muzır, hınzır, bir trompet, bir trampet...
Annemin aile albümünde üslubu, usturubuyla “Klark çeken” solgun fotoğrafları vardı.
Akranı/akrabasının, atın üstünde bordo çizmeleri, terkisinde nikelajı-sedefi her ışıkta yanan bordo Hohner akordeonu, briyantinli dalgalı saçlarıyla çizdiği gençlik silueti, tek belgesi değil bu hatıratın.
Hatıram da oldu, dayım.
Vicdan”ı öğrendiğim, rahle-i tedrisat da...
* * *
Çocukluğumdan erişkinliğime, 10 kişiye bölüştürülse 10 kişiyi götürecek hastalıklarına rağmen, inadına “yaşlı” ölene dek hayatla muhabbetini kesmedi.

Yazının Devamını Oku

Devlet korkusuyla dolandırılmak

23 Ekim 2014
BELKİ de korkuların, sosyal fobilerin en yaygını otorite, “devlet korkusu”dur bizim ülkede. Çünkü parkası çıkarılan o üniformanın “devlet” ve “geriye kalanlar”dandır kalın kumaşı. Mevzubahis devletse, gerisi teferruattır. Ve vatandaş için “Ayağa kalk, önünü ilikle, esas duruşa geç”dir en hafifinden tezahürü...

Çünkü bu ülkenin yakın tarihi, öyle deneyimlerle ciltleri doldurur.Takip eder, telefonunu dinler, döver, işkence yapar, öldürür, asar...
Olmadı sürer, işinden, evinden, yurdundan eder devlet... Mevsim -darbe- normalleridir.
“Derin”ini ise akla bile getirmeyin; kurarsanız, evden çıkamazsınız.
* * *
Üstüne üstlük devlet, “baba”dır bizim otorite sahnemizde.
Varsa, sevgisi bile korku üzerindendir.
Sever de, döver de...

Yazının Devamını Oku

Rakı kadehinde kiraz olsam: Çilingir tarifler

20 Ekim 2014
VAPURLA Karaköy’e geçer, kirazla bir kadeh rakı içer. Meyhaneden çıkarken bakar, boy aynasına. Yakışıklıdır, boynunda menekşe rengi bir papyon, hafifçe sarkık. Dudağının kenarında bitti bitecek bir sigara... Bakar yeniden aynaya: “Ben Ruhi Bey nasılım?” der, “İyiyim iyiyim”...

Edip Cansever’in bu şiiri bana hep Arif Damar’ı da getirir.
Kiraz Dalı dizelerini; “Haziran’da kiraz dalı, çocuklar uzansın diye, yere doğru eğilir”...
İki dal kirazı kulağına küpe yapan çocuklar, geçmişte kaldı.
O güzelim sarı kirazlar da, pazarda, bir köşede üvey evlat.Ama kiraz mevsiminde rakı, sevdalısı için ritüeldir hala.
* * *
Bırakır sek rakının içine iki dal kirazı...
Az su koyar, buğulanır meret.

Yazının Devamını Oku

Aynı filmin ısrarla aynı yerden başladığı hayatlar

18 Ekim 2014
“KADERSİZ trio”... Yeşilçam’ın pespaye seks furyasında “sağ kalamayan” üç oyuncuya yakıştırılan tanımlama bu. Sanki bu adlandırmayı yapan, “üçlü” değil “trio” diyerek, her dile tercüme etmek istemiş kadersizliklerini... Seher Şeniz, Feri Cansel, Mine Mutlu...

Seher Şeniz, İzmirliydi. Gerçek adıydı Seher; seher vakti (henüz güneş doğmadan) dünyaya geldiği için.
Yarım asır önce, 17 yaşında “Caddebostan Plajı Güzeli” seçildi. Ardından elbet Yeşilçam...Ünlü oyuncularla rol aldı; ama “kurtlar sofrası”nda ona hep “vamp kadın” rolü yakıştırıldı.
Tarihi Tarkan filminde oynadı mesela, mini etekli Tarkan dışında bir tek o çıplaktı.
Oryantal figürleriyle, “Yılanlı Kadın”dı...
* * *
Üç kez evlendi; ama “öteki kadın” olmaktan kurtaramadı onu evlilik cüzdanları.

Yazının Devamını Oku

Milletçe-devletçe, "yatağa attığımız" kadınlar

18 Ekim 2014
SYLVIA Kristel’den söz etmiştim dün. Üzerine yapışan sıfatıyla Emmanuelle’den... “Ben o kadın değilim, keşke hayatımın o bölümünü atlayabilsem” dedi. Olmadı, olamazdı... Erkek dünyası atmıştı onu “yatağına” bir kere. Altmış yaşında ölene dek, kurtulamadı o kapandan.

Öyle enternasyonal bir “yatak”tı ki o.
"Yerli Emmanuelle"leri, kendi "milli" senaryolarını doğurdu.
Çarşafını gelenekler, atasözleri, hatta erkek devleti serdi o yatağın.
Askerde, otoritenin o en göz açtırmayan halinde bile “serbestti” o kadınlar.
Eratın önünde, nöbetçi subay gözetiminde, gariban kızların anadan üryan kaldığı “Aç aç” geceleri mi dersin.
Tuvalete, “ortak kullanıma” bırakılan, Pazar, Yıldız dergileri mi...
* * *

Yazının Devamını Oku