O zamanları, o kadınları, bazen bir nağme birdenbire taşır bugüne.
Ve o ana kadar hafızanın kuytusunda kalmış bir güfte dirilir:
“Aşkı fısıldar sesin, bülbül müsün ah nesin
Bırak kalbine gireyim, gözyaşlarımı dökeyim
İç bu şarap olsun sana, yansın senin de yüreğin.”
* * *
Eski kulaklara aşina gelebilecek bu Klasik Türk Müziği güftesi ve bestesi, o 91 kadından birisine, Neveser Kökdeş’e ait.
Erdal İnönü, 7 yıl önce 31 Ekim’de veda etti hayata.
Onunla birlikte, siyasetten de birşeyler eksildi:
Önemli bir şeyler, stil ile ilgili bir şeyler...
Bugün farkını, daha iyi, daha net anlayabiliriz.
Yokluğunu da...* * *
Misal... SHP Genel Başkanlığı döneminde diğer “sol” parti liderleri ve bürokratlarla bir restorana gider.
Garson sorar, “Ne yemek istersiniz efendim?”
Atıyla, içlerinden birisinin adı Foksettin olan köpekleriyle, hatta besleyip büyüttüğü öksüz ayı yavrusuyla, vicdanın evcil bir hayvan gibi olduğunu...
Sadece gönülden isteyenin, koruyanın onu besleyebileceğini, büyütebileceğini o anlattı bana.
Vicdanın, otoriteyle asla geçinemeyeceğini ondan öğrendim, çocukken.
Asla üniforma/forma filan giydirilemeyeceğini de...
Emrin demirden önce, vicdanı kestiğini öğrendim.
Sadece bireyin değil, bazen bir ülkenin de vicdan yok(sun)luğundan malul olabileceğini...
Onca disiplinin, otoritenin, “bir örnek” içtiması/içtimaisi içinde muzır, hınzır, bir trompet, bir trampet...
Annemin aile albümünde üslubu, usturubuyla “Klark çeken” solgun fotoğrafları vardı.
Akranı/akrabasının, atın üstünde bordo çizmeleri, terkisinde nikelajı-sedefi her ışıkta yanan bordo Hohner akordeonu, briyantinli dalgalı saçlarıyla çizdiği gençlik silueti, tek belgesi değil bu hatıratın.
Hatıram da oldu, dayım.
“Vicdan”ı öğrendiğim, rahle-i tedrisat da...
* * *
Çocukluğumdan erişkinliğime, 10 kişiye bölüştürülse 10 kişiyi götürecek hastalıklarına rağmen, inadına “yaşlı” ölene dek hayatla muhabbetini kesmedi.
Çünkü bu ülkenin yakın tarihi, öyle deneyimlerle ciltleri doldurur.Takip eder, telefonunu dinler, döver, işkence yapar, öldürür, asar...
Olmadı sürer, işinden, evinden, yurdundan eder devlet... Mevsim -darbe- normalleridir.
“Derin”ini ise akla bile getirmeyin; kurarsanız, evden çıkamazsınız.
* * *
Üstüne üstlük devlet, “baba”dır bizim otorite sahnemizde.
Varsa, sevgisi bile korku üzerindendir.
Sever de, döver de...
Edip Cansever’in bu şiiri bana hep Arif Damar’ı da getirir.
Kiraz Dalı dizelerini; “Haziran’da kiraz dalı, çocuklar uzansın diye, yere doğru eğilir”...
İki dal kirazı kulağına küpe yapan çocuklar, geçmişte kaldı.
O güzelim sarı kirazlar da, pazarda, bir köşede üvey evlat.Ama kiraz mevsiminde rakı, sevdalısı için ritüeldir hala.
* * *
Bırakır sek rakının içine iki dal kirazı...
Az su koyar, buğulanır meret.
Seher Şeniz, İzmirliydi. Gerçek adıydı Seher; seher vakti (henüz güneş doğmadan) dünyaya geldiği için.
Yarım asır önce, 17 yaşında “Caddebostan Plajı Güzeli” seçildi. Ardından elbet Yeşilçam...Ünlü oyuncularla rol aldı; ama “kurtlar sofrası”nda ona hep “vamp kadın” rolü yakıştırıldı.
Tarihi Tarkan filminde oynadı mesela, mini etekli Tarkan dışında bir tek o çıplaktı.
Oryantal figürleriyle, “Yılanlı Kadın”dı...
* * *
Üç kez evlendi; ama “öteki kadın” olmaktan kurtaramadı onu evlilik cüzdanları.
Öyle enternasyonal bir “yatak”tı ki o.
"Yerli Emmanuelle"leri, kendi "milli" senaryolarını doğurdu.
Çarşafını gelenekler, atasözleri, hatta erkek devleti serdi o yatağın.
Askerde, otoritenin o en göz açtırmayan halinde bile “serbestti” o kadınlar.
Eratın önünde, nöbetçi subay gözetiminde, gariban kızların anadan üryan kaldığı “Aç aç” geceleri mi dersin.
Tuvalete, “ortak kullanıma” bırakılan, Pazar, Yıldız dergileri mi...
* * *