Paylaş
Onca disiplinin, otoritenin, “bir örnek” içtiması/içtimaisi içinde muzır, hınzır, bir trompet, bir trampet...
Annemin aile albümünde üslubu, usturubuyla “Klark çeken” solgun fotoğrafları vardı.
Akranı/akrabasının, atın üstünde bordo çizmeleri, terkisinde nikelajı-sedefi her ışıkta yanan bordo Hohner akordeonu, briyantinli dalgalı saçlarıyla çizdiği gençlik silueti, tek belgesi değil bu hatıratın.
Hatıram da oldu, dayım.
“Vicdan”ı öğrendiğim, rahle-i tedrisat da...
* * *
Çocukluğumdan erişkinliğime, 10 kişiye bölüştürülse 10 kişiyi götürecek hastalıklarına rağmen, inadına “yaşlı” ölene dek hayatla muhabbetini kesmedi.
Sohbetlerimiz çoğunda sabaha erdi...
Kan kanseri, siroz, kalp yetmezliği, ödem, şeker, tansiyonla cümbür cemaat 70’li yaşları devirdiğinde, İstanbul’dan -GATA’ya yatmak için- gelmişti yanımıza...
(O zamanlar GATA’nın Astsubay Koğuşu filan vardı ama, Mızıka Koğuşu var mıydı bilmiyorum)
* * *
Yatırdığımızda ısrarla incecik cüzdanını vermişti bana; “Harcama gerekirse...”
Cüzdanı, bana günlüğünü vermiş gibi hevesle aldığımı hatırlarım.
Şimdi anlatacaklarım “cüzdan-vicdan” meselesi için fena bir giriş olmazdı ama...
Cüzdanı karıştırmadığımı, kutsal bir emanetin huşusu içinde sarıp-sarmaladığımı, sonra da çekmecelediğimi sanmayın.
* * *
Onu daha da çok tanımanın şevkinde olduğum için, keyifle itiraf edeceğim.
Cüzdanı aldıktan sonra hastanenin bir kuytusuna çekildim ve mahcubiyetten uzak(ta), açtım:
Bir kaç banknotun sıkıştırıldığı cüzdanın ortasındaki resimlikte, Sibel Can’ın bir mecmuadan dikkatle kesilmiş bir fotoğrafı vardı!
Bordo çizmeli/akordeonlu dayımın kantodan tangoya döneminde sahneye çıksaydı, “Çıktı mı deprem sanırsın” dedirtecek, balık etinin fevkinde bir fotoğrafı...
Hastanedeki uzun tedavisinde, bizzat gözledik; GATA’da onu en çok, tüm hemşireler sevdi.
* * *
Hastaneden çoğunun tedavisi olmayan, ama her gün kan ve onlarca ilaç verilerek yatıştırılan hastalıklarıyla birlikte ama ayakta taburcu olduğunda... Doktoru, “Sakatat yemesin, bari...” dedi.
İki dal böbrek, bir koç yumurtası, 4-5 sıkım çiğköfteyle içtiği rakıdan şaraba geçti sonradan.
Doktor tavsiyesiyle değil, bünyesi artık rakıyı kaldırmadığı için.
* * *
Bünyesinin kaldıramadığı herşeye tepki gösterir, bir çözüm, bir çare üretmeye çalışırdı zaten.
“Vicdan” da bireysel-toplumsal bünye işi, bir tür metabolizma değil miydi, aslında?
Sağlığı öyle yapıcı, hastalığı öyle yıkıcıydı.
Dayım, 80’inde ayrıldı hayattan.
* * *
Düşünüyorum da... Askeri mızıkanın asi ve hiç büyümeyen “teneke trampeti”ydi o. (1)
Her zaman, her mevzuda, her kadehte öyle gürültülüydü “vicdanı”:
“Dur” derdi, “Vicdanına kulak ver...”
İnsanın yüreğindeki trampeti, tıpırdatırdı sözleri...
Evet, sadece dayımdan değil...
Şu aralar yine çok aranan, ya pek bulunmayan, yahut bulunduğu an bile yitirilebilen (üzeri örtülebilen) “vicdan”dan söz edeceğim.
Ama yarın...
(1) TENEKE TRAMPET (The Tin Drum): Günter Grass’ın romanından yönetmen Volker Schlöndorff’un sinemaya uyarladığı filmde, İkinci Dünya Savaşı, bir çocuğun (Oskar) gözünden anlatılır.
Oskar’a üç yaşına bastığında teneke bir trampet hediye edilir. Büyüdükçe çevresindekilerin halini izleyen Oskar, onların köhne, yoz dünyasına katılmaktansa, hep çocuk kalmaya karar verir. Büyümeyi reddeder!
Ve yükselen Nazizm’e, göz göre göre gelen savaşa duyarsız kalanları, teneke trampetine kuvvetle vurarak, tiz çığlığıyla protesto eder.
Paylaş