“Bariyer yokluğu”, Amsterdam’ı tanımanın ve sevmenin bir başka nedeni.
Bu “dünya şehri”nin sokaklarını, “dünyalı” olarak dolaşıyoruz.
Kimse yabancıya, “uzaylı” gibi bakmıyor.
Sosyal bariyerler yok.
Bu kıymetli hali fark edenlerimiz bir yana, Amsterdam’daki turistlerimizin döndüklerinde “ecnebi”ye, affedersiniz “gavur”a bakışı ne kadar değişir?
O ayrı mesele...
Ama biz bakıyoruz.
Kırmızı ipek fuları, bayrak gibi dalgalanıyor rüzgarda, uzaklaşırken.
İster etekli, pantolonlu, ister şortlu, taytlı, eşofmanlı bisikletleriyle geçen kadınları izliyoruz gözlerimizle.
Yüzlerce, binlerce...
Geçiyorlar, -usulca- bakıyoruz.
* * *
Bisikletin (de) başkenti Amsterdam’dayız.
Oysa özlenen “o bayramlar”dan çok, o günler, o zamanlar.Yani çocukluğun, ilk gençliğin gülümseyen, mesuliyetten azade, ateş gibi, zıpkın gibi an(ı)ları...
İçtenlik, hesapsızlık, özgürlük, “delikan”ın o sonsuz enerjisi, günde yüzlerce kez gülümseyebilmek, onlarca kahkaha atabilmek...
Yitirilen o eski bayramlar değil sadece.
Kendimizden yitip giden bir şeyler.* * *
Ben o nostaljik iç çekişle, epeydir kapadım hesabımı.
Tamam güzeldi çocukluğumun bayramları da...
“Bayramlık elbise-ayakkabı”yı, “bayram harçlığı”nı, "çatapat"ı saymazsan; o zamanlar bize her gün bayramdı, zaten.
Kurban kesme kurallarına, usullerine, yerlerine dair yasal mevzuatlar, para cezaları bile yine geleneği “babadan gördüğünce” uygulayanların önünü kesmeyecek.
Yine trafikte can havliyle koşturan danalar kovalanacak.
Yakalanınca tek ayağından asılacak, vinçlere...
Kimi bahçede, kimi ara sokakta kan-revan kesilecek, yüzülecek, doğranacak...
Sokakta, kesimhanelerde geleneği “kanlı-canlı” seyreden çocukların fincan gibi açılan gözleri, gazetelere göbek fotoğrafı olacak.
* * *
Elde bıçak dirseklerine kadar kan içinde dolaşan “amatör kasap”ların bir kısmı, daha bıçağı bileyleme safhasında kendini kesecek.
Karasevda, ayrılık acısı sanmıştım haberi ilk okuduğumda.
Ezberimiz öyle olduğundan, ya da gazetelerin 3. sayfalarında öyle yakıştırıldığından belki...
Ama onu 37 yaşında hayattan koparan “o acı”, o değilmiş.
“Namus cinayetleri”ni araştırmaya vermiş, genç ömrünün son yıllarını.
Yani istatistikle kayda geçmiş-geçmemiş binlerce kadını vahşice yok eden “namus terörü”ne...
* * *
Son iki yılında, 30 şehri dolaşıp namus terörü, töre mağduru kadınlarla konuşmuş.
Çok memnundu. Ve hep on adım gerimde duruyordu.
Bana sataşırken bile “Ahmet Bey” diyecek kadar kibar, söylediği cümleye bir ikincisini ekleyemeyecek kadar yaratıcılıktan uzaktı.
Ceketim, pantolonum, gömleğim, ayakkabılarım, kravatım beyaz sarı bir sıvıyla kaplanmıştı, şakağımdan aşağıya yumurta akıyordu.
Bir çay ocağına girdim.
Yüzüme kederle bakan sevecen çaycının getirdiği bir şişe suyla yüzümü yıkadım, bir bardak çay içtim...”
* * *
Yazar Ahmet Altan, 12 yıl önce İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden bir grup öğrencinin yumurtalı protestosunu böyle anlattı yazısında.
Kuzeye çevirseniz yönünüzü; Rize’de bile... Kuruyor, kurutuluyor.Sapanca’da “Canımızı alsınlar, suyumuzu almasınlar” yazıyor pankartlara insanlar.
Yazı da, -yiten- suya yazılıyor.* * *
Bırakın dereleri...
İlk gençliğimde böyle yollara vurduğumuzda, adım başı gürül gürül akan çeşmeler vardı.
İki dakika elini tutamazdın soğuğundan, kana kana tadına varamazdın.
Özellikle bakıyorum.
Çeşme bile kalmamış; bir iki tane musluklu “hayrat”...
Ankara’yı esir alan geleneksel kar yağışı tartışmalarında twitterda vatandaşın biri sormuştu:
“Neden yollarda tuzlama yapmıyorsunuz?”Gökçek’in cevabı tuzlu geldi:
“Git bir tadıver karı, tuzlu mu değil mi anlarsın.”
Tuzdan giden gündeme, dün de “Daha az tuz” pankartlarıyla “hipertansiyon farkındalık yürüyüşü” haberleri eklendi.
Tuzla bu kadar meselemiz olması normal.Yemeğe tuzu-biberi serpmeden önce avuca dökmek, dünyada bir tek bizde mi var, bilemiyorum.
Sağım sarımsak solum soğan da... Masada tuzluk hangisi meçhul.* * *
Restoranlarda bakın etrafınıza...