Yaşar Sökmensüer

Şura, şuur ve mezartaşları

7 Aralık 2014
DÖRT gün önce yazımda yabancılara Türkçe öğretme sevdamızdan söz ederken… Gençlere –zorunlu- Osmanlıca öğretme meselesi geldi gündeme. Gerekçe de, “Dedelerimizin mezartaşını bile okuyamıyoruz…” Dil ve milli eğitim konusunda, dedelerimizin mezartaşına değil de, çocuklarımızın, torunlarımızın notebook’una neyi, nasıl yazdığına/yazacağına kafa yormak daha öncelikli geliyor bana.

Bugün Türkçe’yi nasıl konuştuğumuz da, okullarda Türkçe’nin nasıl öğretildiği de ortada.
Kelime haznemiz derseniz… Oradaki haznenin “hazine”den değil, anca fritöz haznesinden filan geldiğini söylesem, yerindedir.
Çünkü dünyada hiçbir dil, böyle zulüm görmemiştir. Hiçbir ülkenin kendi diliyle ilişkisi böylesine sorunlu (ve de zorunlu) olmamıştır, sanırım.
Yıllarca, budanmış, ayıklanmış, olmamış asmaları sökülüp yerine plastik güller, imitasyon "takı"lar eklenmiştir.

* * *

Şimdi “elde var hüzün” der de, kalana bakarız:
Dil, rengahenk çeşitliliğiyle, her demi/mevsimi dillere destan, o güzelim bahçe midir…

Yazının Devamını Oku

"Ne çıkar ateş böceği sansalar bizi"

6 Aralık 2014
ON altı yaşında hem şiir yazar, hem en sevdiği şairin şiirlerini Türkçe’ye çevirir. İlk parasını o çeviriden kazanır. İki yıl sonra, lisedeyken tanışır, hayatı boyunca seveceği kadınla. Sevdiği genç kızın yarışmada birincilik kazanan masmavi tablosuna bakar... Onun da en sevdiği renk mavidir. Yıllar sonra mavinin o tonu, ismiyle anılacaktır zaten

Pikniğe giderler, arkadaşlarıyla topluca... Aşk, baharla birlikte görünür hale gelir:
“Tırtılları tanıdık seninle baharda /tırtılken daha sevmeyi öğrendik.”
21 yaşında, Çocuk Esirgeme Kurumu Salonu’nda, sade bir nikahla evlenir, Rahşan’la...
İlk çevirisini yaptığı Tagore gibi, Bülent Ecevit de Hukuk tahsilinin yarıda bırakır.
Onun gibi Londra’ya gider...
* * *
Ve hayatı boyunca neredeyse taptığı şairin ülkesini, hasretini duyduğu Hindistan’ı anca 75 yaşında görebilir.

Yazının Devamını Oku

Gel ne olursan ol gel Türkçe konuş

4 Aralık 2014
VİYANA kapılarından döneli asırlar oldu. Ama “yayılmacı” mevzularda hevesimiz baki… Mesela yabancılara Türkçe öğretme sevdamız. Öğretmeye de bayılırız... Sert ünlüsü-ünsüzüyle “ı”yı, “ç”yi, “ş”yi filan söyleyemeyip, dublajlı Miki Mouse gibi konuşmaları da egomuzu okşar.

Amerika’yı bile keşfedip, kızılderilere ilk can suyunu -many many- biz verdiysek...
Bir “Maraba” desinler, kendi dilimizle bir “teşkur” edip, kıymet bilsinler.
İngilizce öğrenme adına, örgün eğitimde 5+3+3+hazırlık dahil 5 yıl olmak üzere, en az 16 yılını -saçma sapan müfredatlarla- heba etmiş bir millet olarak...
Bir “Allah razı olsun”u kendi dilimizde duymayı, çok görmesinler.
* * *
Belki de intikam alıyoruz.
Türkçe Olimpiyatları misal.

Yazının Devamını Oku

Yalnızlığın başkenti

28 Kasım 2014
BİR zamanlar şiir turist değildi; her şairin ayak izini, dizesini bıraktığı Ankara’da. Bu şehirde doğmasa da… Sanki hepsi Cemal Süreya’nın “Şair arkadaş, bir derdin mi var? Bir şeyler mi çıkartmak istiyorsun derdinden? Ankara’ya gelmelisin...” davetine icabet etmişti.

Ankaralı olmayan şairler sanki “icapçı”ydı zaten o zamanlar, nöbete gelmişlerdi.
Şimdi “ayrıldı” çoğu.
Kimi şehirden, kimi hayattan...
Gittiler, Attila İlhan'ın deyişiyle "sıralı sırasız".* * *
Şair, yazar Melih Cevdet Anday 12 yıl önce bugün, 28 Kasım’da öldü.
Hani, Orhan Veli’nin “en yakın arkadaşlarım” dediği, Melih Cevdet’le Oktay Rıfat:“13’te Oktay Rıfat’ı, 16’da Melih Cevdet’i tanıdım. /17 yaşında bara gittim.
/18’de rakıya başladım ve şarkı söylemesini çok sevdim.”

Yazının Devamını Oku

Üşür kardan adam da...

27 Kasım 2014
KAR yolları kapamıştır. Hakkari’nin dağ köyüne “bir mevsim” öğretmenliğe giden genç adam ilk dersine girer: “Kalem-defterinizi çıkarın çocuklar.” Ama bakar ki, ne defter var, ne kalem, ne kitap... Çareyi dersi dışarıda yapmakta bulur. Küçük bir kızı çağırır ortaya, “Sen güneş ol”. Bir oğlan çocuğuna seslenir sonra, “Sen de dünya ol, dön etrafında”...

Erden Kral’ın Ferid Edgü’nün romanından sinemaya uyarladığı Hakkâri’de Bir Mevsim’i yıllar önce izlemiştim.
Film 12 Eylül cuntasının sansürüne 5 yıl takıldıktan sonra gösterilebilmişti...
Sıkıydı oyuncuları da; Genco Erkal, Rana Cabbar, Şerif Sezer, Macit Koper, Erkan Yücel ve filme belgesel tadı katan “oralı” çocuklar.
* * *
Öğretmenin kentine/kendine dönme vakti geldiğinde çocuklara yaptığı veda konuşmasıyla gelir filmin finali:
“Yavrularım, size bir çok şey öğrettim, örneğin dünyanın döndüğünü...Dünyanın döndüğünü öğrendiniz, ama burada, bu dağ başında herşey farklı.Belki benim için doğru olan sizin için doğru değildir, benim için gerçek olan sizin için gerçek değildir.
Öğrettiklerimin çoğu böyleyse, bağışlayın beni... Öğrettiklerimi unutun. Dünya dönüyor evet, ama bu dağ başında dönmemesini bilmek daha doğrudur.

Yazının Devamını Oku

Kitty, kelebekler ve seyredilen şiddet

25 Kasım 2014
ELLİ dört yıl önce bugün, Dominik’te bir uçurumun dibinde bulunur cesetleri: Patria, Minerva ve Maria Mirabal... Üç kız kardeşin kazayla öldüğünü yazar gazeteler. Gerçek sonra çıkar ortaya. Dominik diktatörünün hedef gösterdiği üç kızkardeşi, askerler defalarca tecavüz ettikten sonra işkencede öldürmüştür. Mezarları, kadın örgütleri tarafından ölümlerinden 40 yıl sonra doğdukları köye taşınır.

O utanç günü “25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kayda geçer, dünyada...
Ölümlerinden sonra “Kelebekler” olarak adlandırılan üç kızkardeşin anısına...
Daha önce değindiğim gerçek bir olayı, bir başka insanlık ayıbını, yeniden aktarmak istiyorum.

Geceyarısı saat 03.15... Bir kafede çalışan 29 yaşındaki Catherine (Kitty) Genovese evine dönerken aynı yaştaki bir adamın saldırısına uğruyor.
Adam bıçaklıyor kadını... Genç kadın bağırmaya, mahalleyi ayağa kaldıran çığlıklar atmaya başlıyor.
Çevredeki 10-15 katlı apartmanlarda ışıklar yanıyor, karaltılar seçiliyor perdelerin ardında.

Yazının Devamını Oku

Benim namazımı kadınlar kılsın

23 Kasım 2014
“İNSAN iki taraflı zatürreeye yakalanınca, birkaç gün yetmiyormuş. Sizden özür diliyorum. Ama en az 15 gün ayrı kalmamız gerekiyormuş. Sizi çok özleyeceğim.”

Cinnah Caddesi'ndeki ofisimizdeydik. On altı yıl önce 23 Kasım’da, ertesi gün yayınlanacak köşesi için telefonla bu notu yazdırdı... Sesi derinden, zorla sızıyordu.
Bu notu yazdırdıktan 1.5 saat sonra öldü Hürriyet yazarı Yavuz Gökmen. 52 yaşındaydı...
Ben Yunanca “kaymos”un anlamını ondan öğrenmiştim.
Theodorakis’in aynı adlı şarkısında rastlamış o kelimeye… “Acı” demekmiş.
Ama asıl anlamını, Yunanistan’da öğrenmiş. “Acı” anlamına gelen o kelimenin içinde “endişe, umutsuzluk, kayıp ve daha bir çok şey” varmış.
“Kaos”a da akraba bir kelimeydi, fikrimce.

BAAS TİPİ BASKI REJİMİ İSTİYORLAR

Gökmen

Yazının Devamını Oku

Sokakların kısa saplı gülleri

20 Kasım 2014
ESKİDEN Ulus Hali’nde martılar vardı her damda/kuytuda... İstanbul’dan Ankara’ya balık getiren kamyonların peşine düşer, gelirlerdi. Hani Can Yücel, “Martılar ki, sokak çocuklarıdır denizin” der ya... Şimdi müstakbel sokak çocukları geliyor takılıp ailelerinin peşine... Ama çığlıkları, martılar kadar duyulmaz.

Menzilinizdedir hep.
Durursunuz ışıkta, camınızda biterler.
Dalgınlığınıza gelirse irkilirsiziniz, o size Cengiz Kaplan’ın dizesiyle bakar:
“Sahi niye korkuyorsunuz /ben sizin çocuğunuz değilim...”
Ellerinde çiçekçi çöpünden, mezat artığından derlenmiş -ikinci el- kısa saplı bir kaç gül:“Abi, amca sevdiğinin başı için...”
Onlar da sokağın kısa saplı gülleri zaten. Kısa saplı, sapsız hayatlarıyla...

Yazının Devamını Oku