Çay kültürü mâlum, ülkeye göre çok değişiyor.
İngilizlerin “çay saati” ile, bizim çayla günün her anına denk gelebilen eşref saatimiz aynı mı...
Yahut başta Erzurum, Doğu Anadolu’da özel, sert şekerden (kelle şeker) küçük ısırıklar alınarak içilen demi yoğun kıtlama çayla, poşet çay bir midir mesela?
* * *
Uzakdoğu’da tadı kadar, sunumu ve içimi de önemli çayın.
Çay eski Çin’in ritüel içeceği, felsefesi bile var.
Çayın felsefesinde, çayı demleyen su, dişi bir element olarak görülür.
Ve çay o kültüre göre su
Kokusu, ritüeli, hatta ağız yakmasın diye içine soğuk su katılan, demi az “paşa çayı”yla beni çocukluğuma da taşıyan çaydan söz etmiştim önceki yazımda.
(Pikniklerde yemeğin ardından mangalda közün üzerinde demini ağır usul alan çayı, odun kömürlü semaverleri unutmuşum)
Çocukluktan gençliğe geçtiğimizde de çayı yanımızda götürdük.
Ötesi, tiryakilik bayrağını devraldık önceki kuşaktan...
* * *
Misâl...
King, briç oynadığımız kahvehaneyi (kıraathane) önce sahibine, hemen ardından çayına bakarak seçtik.
İlk gençliğimizde adı
“İşçisin sen işçi kal” nakaratı inliyor salonda.
Politik bir enerji var, yükselen o nakaratın ardında...
Oysa Karaca’nın bir döneme damgasını vuran Tamirci Çırağı bir aşk şarkısı... Tamirci çırağının, çalıştığı yere arabasını getiren genç kıza yıldırım aşkını anlatıyor.
Nitekim o haykıran nakarat, birden duygulu bir adagio ile kesiliyor:
“Elleri ak yumuk yumuk, ojeli tırnakları... Ayağında uzun etek dalga dalga saçları...”
* * *
Lâkin sınıflararası imkânsız bir kara sevdanın anlatıldığı şarkıda aşk, o “uzlaşmaz çelişki”nin gölgesinde, örtülü kalıyor.
Ve
Çeyrek asır önce günde 6-7 fincanın altına düşmezken, bir fincana indi kendiliğinden.
Öyle sağlıktı, kafeindi filan düşüncesiyle aldığım bir karar değildi asla.
İçtiğimiz kahveye gelene kadar, neler sızıyor bünyeye...
* * *
Birden bire lezzetiyle geçinememeye başladım.
Tadı uzak, sanki metalik geldi... İçemedim.
Tam bilemiyorum ama sanırım 15 yıldır tümüyle yok oldu damak coğrafyamdan.
Yılda
Bizim Ali eskiden aşkını ağaçlara, kayalara, banknotlara yazardı.
Hevesi vardı, yeri dardı zira...
“Var ya, adını dağlara yazarım...” meselesi.
* * *
İnsan çünkü bazı şeyleri haykırmak ister de, başka yolla bağırır.
Ana-babasına, hatta arkadaşına söyleyemez de...
Sevdiğini -imzasını atmadan- dünyalara duyurmak ister.
Hani bir şişenin içine kıvrılan bir not, bir mektup gibi...
Evde çoluk çocuk ekmek beklerken o soluğu Marmaris’te alır.
Niye Marmaris derseniz, -bir şiirinde yazdığı gibi- kedidir kedi:
“Ankara yolundaydı bir gece, Bir gün Marmaris yolundaydı kedi”...
O yaramaz, o oyuncu, o stil sahibi “kedi”nin peşindedir.
* * *
Kılavuzu kedi olan, bu hayatta iflah olmaz.
Yavru bir köpeği severken fotoğrafı vardır ama… “Kedicidir” çoğu sanatçı gibi.
Kendi kedisinin adı da
Eski tedrisatla; Orta okul, lise, üniversite, üstüne bir de 2 yıl askerlik, meselâ.
Yahut en son 5-6 yaşında gördüğün evlâdınla, genç kız/delikanlı olarak karşılaşmak...
Müzisyen, besteci Ergüder Yoldaş, 25 yıl önce Büyükada’ya bıraktı kendini. Ve 12-13 yıl kaldı.
Sahipsiz değildi... Ama kendi kararıyla orada uzun süre, anca kulübe denilebilecek bir barakada “evsiz” hayatı yaşadı.
* * *
Elektriği, suyu, pilli radyosu bile olmayan o barakada onca zaman.
Enstrümanı da yoktu, ama besteler yaptı zihninden... Ve onları notaya döktü.
O yılları sonradan,
Benim için öyle.
Lakin o “malzeme”lere, aynı haliyle bugün rastlamak zordur elbette...
* * *
Manav kasalarıyla, inşaat ganimeti kalaslarla bir araya getirilen, kara değen kısmı önce zımparalanıp, ardından dakikalarca sabunlanarak kaydırılan ev yapımı kızaklar meselâ.
Yoktur artık.
En azından bizim muhitte...
Hem 40-50 liraya fiyakalı ve iyi kayan bir kızak almak kolayca mümkünken, kimse kızak için sonradan olma marangozluğa kalkışmaz.
En azından