Japonya’da Hokkaido Adası’ndaki Kami-Şirataki tren istasyonunu düzenli olarak kullanan bir kişi kalmış.
Lise öğrencisi bir kız.
* * *
Hattı işleten Japon Demiryolları durumu fark etmiş. Ama sadece “bir kişi”nin kullandığı o hattı anında kapatmak yerine…
O öğrenci kullandığı sürece o hattın zararına işletilmesine karar vermiş.
Ötesi trenin istasyona geliş-gidiş saatleri, öğrencinin okul saatlerine göre ayarlanmış.
* * *
Şimdi… Nereden başlasam, nasıl anlatsam.
“Yazılarım otuz kırk dilde basılır /Türkiye’mde Türkçemle yasak” dizesi, 21. yüzyıla kadar asılı kalmıştır, utanç duvarımızda...
Neden sonra bir iade-i itibar furyası başlamıştır.
Lâkin, şiirleri dünya dillerine defalarca çevrilen bir şairimizin vatandaşlığa alınması, devlete, hükümetlere, politikacılara iade-i itibardır şaire değil.
Yine de önemlidir bu değişim.
* * *
Bursa Nilüfer Belediyesi de Nâzım’ın 114. doğum yılında bir ilke imza attı ve anısına bir pul çıkarttı.
Epey -yüz yıl kadar- gecikmiş de olsa güzel, anlamlı bir uygulama bu da...
Bir dönemin tabusunu yıkan yeni bir örnek.
“İkinci eş”sindir ya aynı zamanda, önyargıların kızgın sacında çifte kavrulursun.
Babasıyla aynı yatağı paylaşan ama onu doğurmamış olan bir başka “anne”...
Ne felaket!
* * *
Üvey anneyi bacak kadarken, masallardan tanıdık.
O güzelim Pamuk Prenses’den, yaşlı cadıya yahni olmalarına ramak kalan Hansel ve Gretel’den, o mahzun, mağdur ama mağrur Külkedisi Cinderella’dan...
Hepsi “üvey anne” komplolarıyla öleyazdı.
Az büyüyünce sinemada sürdü,
“Cover” var ama aranjmanı tam karşılayan bir kelime midir, bilemiyorum.
Türk Hafif Müziği’nin 40-50 yıl önceki gözdesiydi aranjman.
Yabancı müzikleri, Sezen Cumhur Önal’ın takdimiyle “kadife sesli” şarkıcılarımızdan Türkçe sözleriyle dinledi, kimbilir kaç kuşak.
Hele bir “ecnebi”nin kırık/dökük aksanıyla Türkçe şarkı okumasına bayılırdık ulusça...
(Türkçe Olimpiyatları henüz keşfedilmemişti isabet)
* * *
Juanito İspanya’dan gelir “Arkadaşımın Aşkısın”ı okur, ikinci vatanı da anında burası olurdu elbet.
Marc Aryan “Dünya Dönüyor”
Ama ilişemiyor kentin koynuna.
Kent onu bağrına basmıyor.
Kaldığı gecekondunun odunluğunda buluyorlar onu.
Kirişe bağladığı iple soldurmuş, küçük bedenini.
* * *
Sağ ayağıyla duvarın arasındaki eski okul çantası, toplumsal bir idamın sehpası gibi.
Diğer tarafta bir gaz tenekesi…
Üstüne, ilkokul defterinden kopardığı kağıdı bırakmış.
“Ömür” diyoruz, “Azmış gerçekten”.
O gece takvime değil, (kum) saatimize bakarak anlıyoruz bunu.
Bir anda...
* * *
Usul aksak, hızla geçen her yılda, o mahut endişe daha bir siniyor yüzümüze.
Yeni fark ediyoruz; nabzımızın saatin saniyelerinden daha hızlı attığını.
Her 60 dakika tamamlandığında ve “ding dong”lar her seferinde “bir” fazlalaştığında “bir” azalıyoruz.
Suça dair her türden eşyayı orada muhafaza ederler.
Rafına aldığı herşeyi bir anda değiştirir, o depo.
“Suç”un etiketi, en masum ev eşyalarını bile bir anda “Hitchock aksesuarları”na dönüştürür çünkü.
Bir köşeye çöreklenmiş bir berjer görürsünüz mesela...
Artık o boş koltuk, yılların tozu, üzerindeki kurşun deliği ve kan lekeleriyle, cinayet davasının noktalanmasını bekler.
* * *
Cinayetin kırmızı mührünü, hemen her eşyanın üzerinde görmek olanaklıdır.
Ve depodaki her cinayet aleti,
Evinden deli gibi fırlayan adam, “Dostumu öldürdüm abi! Sakla beni...” der Sait Faik’e.
O da paltosunun cebini gösterir, adam girer cebine saklanır.
Seslenir cebine, “İsmin ne senin?”. Adam, “Hidayet” der.
“Neden öldürdün, Hidayet?”:
“Seviyordum be abi!...”
* * *
Sait Faik’in çok sevdiğim “Öyle Bir Hikayesi”ndeki bu satırlarla artık geçinemiyorum.
Oysa o öyküyü okuduğum yıllarda, bir süre ben de saklardım herhal dostunu