Ne espriydi, ne şehir efsanesi...
Küçücük ekmek teknelerini, kayıklarını başının üstüne alıp yoldan karşıya geçmeye, denize ulaşmaya çalışan iki kişi otobüsün altında kalmıştı.
Başlarında kayık olduğu için gelen otobüsü görememişlerdi.
Ve yaralanmışlardı, bu tuhaf ama trajik kazada...
* * *
Dün de bir başka kaza haberi ve videosuyla karşılaştım.
Bu kez “kayık kazası” Trabzon’un Sürmene ilçesinde yaşanmış. Lâkin denizde değil, bir düğün salonunda!
Salonun sahibi
Orta Öğretim 9. Sınıf ders kitabında “Fransa’nın Pisa kentinde...” ibaresi geçer de, İtalya’daki Pisa Kulesi’nin eğriliği yanında devede kulak kalır:
“Nerem doğru ki...”
Bir bakarsın, 11. Sınıf Coğrafya dersi kitabında Ağrı Dağı, Ararat diye yazılır, bu kez kıyamet oradan kopar.
* * *
Bununla da bitmez; üstüne adçılık (nominalizm) kaygısı vardır.
Kalkıp Türkiye Coğrafyası dersinin adını, Milli Coğrafya yaparsın mesela...
Ülkeler Coğrafyası’nı da Gayri-Milli Coğrafya yapamayınca eğreti durur.
Devrilen çamlar,
Gazoz niyetine karbonatlı-şekerli-limonlu ev gazozu, hamburger niyetine irice yassılaştırılmış, harcına ketçap katılmış anne köftesi, sinema niyetine TV, bira niyetine alkolsüz bira reklamlarıyla geçti ömürler de...
Belki niyeti ondan bozduk.
* * *
Şimdi de niyetim, “meşrubat”ın az biraz politikasına girmek.
Bizim mahallenin çocukları arasında sınıf farkının meşrubattan geçtiğini söyleyerek açayım mevzuyu.
Mahallede sınıf farkı... Harçlığını denkleştirip kapağı markasız, şişesi etiketsiz sade gazoz içenle, o gazozun içine beyaz leblebi atabilenler ve onun iki buçuk-üç katı fiyatıyla -iki fırtta biten- Meysu’nun meyvesuyunu kafasına dikenler arasındaki farktı.
Buyrun, -proletarya/küçük-büyük burjuvazi okyanusuna dalmadan- alt sınıf, orta direk, üst sınıf...
Gazoz-Meysu
Dışarıdaki bilumum içeceklere kapaklanan o kelime, Arapça “şurb”dan (şurup) geliyor. O kadar.
Ama gazosu-kolası, tropik meyve, hatta bisküvi aromalı sodaları, süpermarketlerde bile satılan demirhindi, kızılcık, lohusa şerbetleriyle sonsuz bir dünyanın adı.
* * *
Biz de, TV reklamlarından kışın bile serinlik, ferahlık yayan buz gibi ama “sıcacık” sinyallerine uyarak, meşrubata gerekli ilgiyi gösteriyoruz tabi.
Elimizdeki meşrubat şişesi, bize reklamdaki gibi “sarıl, zıpla, dans et, sosyalleş” dünyasının kapısını açmasa da, dert değil.
Zararları ansiklopedi doldursun, ne gam:
Aslolan hayatın gerçek tadıysa, sağlık-mağlık teferruattır!
Eh, herşeyle de iyi gidiyorsa, zararı küpüne...
Söz ettim de, o ulu çınarları, selvileri, salkımsöğütleri unuttum sanmayın.
Oldum olası astrolojiye meraklı bir dosttan, burcumun ağacının salkımsöğüt olduğunu öğrenmiştim.
Dereye, nehire, denize, çeşmeden gürleyen kaynağa, hatta el kadar havuza hayran bir bünye için biçilmiş kaftan.
Ötesi Nâzım’ın şiirinde suyun aynasında saçlarını yıkayan salkımsöğütler, bildim bileli en sevdiğim ağaçlardan birisi...
Lâkin bahçenin evcilliğinde, durma suya, suyun kaynağına yürüyen, o yolda önüne çıkan herşeyi vurup-aşan, altyapıyı saran kökleri müşkül mesele.
Biz, altyapısız, kanalsız/kanalizasyonsuz yaşayamayız ki...
* * *
Salkımsöğütün engel tanımayan suya ulaşma azmi, bana
Kayısı ağacı bahara dair en ufak fısıltıda patlatıyor tomurlarını, mesela...
Hatta iki dal fidanken bile, ergenliğe birdenbire dalan çocuklar gibi açıyor utangaç, o güçlü değişime şaşkın çiçeklerini.
Erik ağacı da geri kalmıyor ondan. Badem dersen zaten erkenci...
Kiraz fidanı ise az ağırdan alıyor baharı. Çiçeği burnunda.
Elmanın da daha zamanı var.
Ayva ağacını sorarsanız, giyinmesi türküdeki gibi zaman alacak:
“Ayva çiçek açmış yaz mı gelecek...”
* * *
Oysa bir zamanlar telefonda mavra yapmaktan, mecazdan-metafordan bile korkar hale gelmiştik:
“Sus lan polis dinliyor...”
Dinleme olayını eğrisiyle doğrusuyla anlamaya da çalıştık tabi.
Teknik takipler, ortam dinlemeler, böcekler, sinyal boğucular- jammerlar, şifre kelimeler doldu merak dağarcığımıza...
Sonra şehir efsanelerine geldi sıra.
Cızırtılardan, yankılardan, tuşladığımız sihirli kodlardan, çevireceğimiz numaranın başına koyduğuğumuz rakamlardan, hatta kullanmadığımız zamanlarda telefonumuzun sıcaklığından dinlenip dinlenmediğimizi saptadık!
Sürekli yayılan, kulaktan kulağa (hatta telekulağa) fısıldanan bu halet-i ruhiyeyi anlamak kolaydı.
Ses kayıtlarından, binbir çeşit dinleme tapelerinden geçilmiyordu ortalık.
Milyonlarca insanın ölümüne keyifle-hevesle imza atan, iktidara yürürken terör uygulayan, terörü bir taktik olarak kullanan Adolf Hitler’in sözleri bunlar.
Yani koskoca bir milleti, onlarca ülkeyle topyekûn savaşa sokan, ırkı, düşüncesi, hatta cinsel tercihi nedeniyle insanları soykırım kuyruklarında sıralayan, tarihin en kanlı, en acımasız diktatörü...
Yarım asır sonra stratejisini benzer “özdeyiş”ler üzerine kuran... Ulaşacağı “zafer”i, yönünü, korkunç bir netlikle özetlenen bu cümledeki gibi zalim, iğrenç bataklıklarda arayan terörü yaşıyoruz.
* * *
Her türden terörün amacı, bu cümledeki kadar net.
Yüzyıldır üzerine yerleşmeyi planladığı sacayağı da aynı...
Toplumsal nefreti, düşmanlığı körüklemek.
Böylece, en acımasız, ölümcül şiddeti bile,