Gülmenin, hele ki kahkahanın, kadınlar için günah, “hafifmeşreplik” evrelerinden, erkekler için “Karı gibi gülme, kıkırdama lan” uyarılarından geçtiği bir ülke için normal.
Fakat sıralamayı, sıcağı-soğuğuna bakmadan “Sosyal medyada en çok münasebetsiz espri yapan ülkeler” arasında yapsalar...
Üst sıralara hoplaya-zıplaya tırmanacağımızdan umutluyum.
* * *
Sosyal medyanın “çevre ve/veya sevgili yapma” ihtimalinden, yarattığı medyatik olma hevesinden midir...
“Kadınlar komik erkeklerden hoşlanır” rivayetlerinden mi, bilmem.
En dramatik başlıkları bile makara kukaraya (eski haliyle kakara kikiri) sarmak, makaraya almak şart oldu sanki.
“Biraz ciddiyet hanımlar-beyler”
Kimi içinde, kuy(t)ularında saklıdır, kimi dışından/dışarıdan gelir, bir anda bastırır... O an kendini tanıyamazsın.
Herkes korkusunu farklı yaşar, korkusuyla başa çıkmanın farklı yollarını arar. Bulur yahut bulamaz.
Bazen korktuğu şeylerle arasına mesafe koymaya, korkuyu uzaklaştırmaya çalışır.
* * *
“Uzaklarda”, “bir takım olaylar” sırasında, oradan geçerken ölenleri izler ekrandan...
“Ben orada, öyle bir hayat yaşamıyorum iyi ki” der, serinletmeye çalışır endişelerini.
Çoğu insan için duygusal bir bağ, bir empati kuramayacağı kadar uzaktır oralar. Uzaklardır...
Sonra yaşadığı Başkent’te, evinin camına vurur patlamanın sesi.
Lâkin böyle bir çaba, “casus belli”, yani savaş sebebi sayılabilir, baştan uyarayım.
Zira, majestelerinin tüm gezilerinde çayının demleneceği suyu bile yanında taşıdığı söylenir.
* * *
Neyse... Kraliçeli “Gazoz olma efsane ol” reklamı bir yana, gazozun gerçekten “efsane” olduğu dönemler vardı.
Önceki yazımda 60’lı yıllarda büyüyen bir kısım çocukların, hayatlarına durma milat yerleştiren bir sürü değişime tanık olduklarına değinmiştim.
O hengâmede gürültüye gitmesin diye, bir başka “milat”ı bu yazıya sakladım.
Eski kuşaklar, Gazozdan Önce-Gazozdan Sonra (GÖ-GS) meselesini hayretle yaşadılar.
Biz
Çünkü biyolojik işlemcileri, hızlı ve büyük değişiklikler kaydetmiştir genç ömürlerinde...
Misal; transistörlü radyoların lambası soğumadan, 45’lik plaklar tavanarasına kaldırılmadan Teypten Önce-Teypten Sonra’yı yaşadı o kuşaklar.
* * *
Plakçılar, karışık kaset doldurma sektörüne cümbür-cemaat dalınca, “kendin seç, kendin dinle” dönemi başladı ki... Sağladığı olanaklar havsalaya (zihnin anlama, kavrama yetisi) sığmaz.
Sabaha eren gece mesaileriyle seçilip listelenmiş en güzel “karışık” aşk şarkılarıyla, sevgiliye serenat imkanı verdi bir kere...
Şarkı araları geçişli, sabra göre 60-90-120 dakikalık kesintisiz aşk ilanı!
Eh, kesintisiz 1.5, 2 saatlik kasete, sadece “slow dans” şarkıları doldurarak temas arayanlar da çok oldu haliyle...
Böylece
Doğa sporları arasında dağcılık da, zirvelerinden birisi bu maceranın...
Lisedeyken az hevesim olsa da, yakından merakım hiç olmadı.
Olmadı ama, o bahis açılınca gözümün önüne bembeyaz karlar ve üzerine serpilmiş, kırmızı, sarı, turuncu küçük çadırlar gelir.
Dağcılar da kardelenler gibi, parlak renklerdeki özel giysileriyle belirir görsel hafızamda...
* * *
Parlak, çarpıcı renkli giysilerin dağcının düşmesi, kaybolması halinde daha kolay görünmesini, o renklerdeki çadırların kamp yerinin kolay bulunmasını sağladığı bilinir de...
Giyside-çadırda o “sıcak” renklerin fırtınada, tipide, zirvelerin yalnızlığında moral artırdığını sonradan öğrenmiştim.
* * *
Ben pek geçinemediysem de, vefamız bâkidir yarım asırlık Oralet’e...
Çocukluğumda çayhanede, kıraathanede, pastanede, hatta devlet dairelerinde çay içmek istemeyenler, sıcak sıcak Oralet’e yönelirdi.
Portakallısı makbuldü o aralar; ve bir dönemin değişmez sorusuna neden olmuştu:
“Çay mı, Oralet mi?”
“Çay lav yu” diye tutturanlar dışında, hatırı sayılır bir kalabalık Oralet içerdi.
* * *
Kullanışlıydı, o “meyve aromalı toz içecek”.
Evin bebeleri fırsatını bulursa, kaşık kaşık yerdi tatlı niyetine...
Aldığım bir karar, bir sağlıklı yaşam manifestosu filan değildi asla...
Soğudum birden... Belki ağzımın tadı değişti, belki çaya benzemeyen çayların da katkısı oldu.
Kendiliğinden, çekildi hayatımdan.
Adet yerini bulsun gibilerinden... Sabah 1 bardak, akşam 1 bardak...
Hüzünlendim biraz tabi. Ve -istemeden- terk ettiğim o keyfin peşini bırakmadım.
Yolunu da buldum, daha doğrusu çaresi çıktı karşıma...
* * *
Çay tiryakileri özellikle hisseder; musluk suyu, kireçli, klorlu-fluorlu su, çayın ruhu açısından
Çayolog Adolf Goets, bazı mekanların “çay içmek isteyenlerin ihtiyacını karşılamakta gösterdikleri sevgisizlik ve düşüncesizlikten” yakınır.
Bir çok kafede, pastanede öyle değil midir?
Siparişinizi soran garson, “Bir çay” deyince, bazıları “Sadece o kadar mı?” gibisinden bakar gözünüze.
Ya da saatlerdir kaynayan katran karası, bulanık bir sıvıyı getirir önünüze. “İçen olmasa, dökecektik” bakışını gizlemeye çalışarak...
* * *
Esasen, özenin/özensizliğin memleketi yoktur.
ABD’nin efsanevi başkanı Abraham Lincoln bir yerde çay ister.
Önüne gelen