Meseleye böyle kafadan girdim ama... İnsanların “selamlaşma tercihleri”ni eleştirmek değil niyetim.
Kültürdür, tarzdır, özenmedir, o bünyeye öylesi uygun gelir...
Nema problema.
Benim için sorun yoktur, üzerime de hiç vazife değildir.
* * *
Lâkin birden ortaya çıkıp, böylesine yaygınlaşınca... Merakımı celbetti.
Kafa tokuşturmanın nereden geldiği konusunda rivayet muhtelif.
İlk duyduğumda, anlamını bilmesem de bir çok düşünce geçmişti aklımdan. Hoş düşünceler... (Tek sevimli hayalet Casper değildir)
Fazla vurgulanmadan, göze/kulağa sokulmadan çalınan notalara veriliyormuş bu ad.
Yani varlığıyla değil, bir anlamda yokluğuyla o şarkıya, o ritme lezzet, derinlik veren notalar...
Ve anladığım kadarıyla, özellikle bas ve davulda geziniyor hayaletler.
* * *
Bas derseniz, bas gitar derseniz “slap”ları, sololarıyla hep farkındaydım o mucizenin.
Led Zeppelin, Deep Purple, King Crimson, Blact Sabbath, The Eagles, The Doors, Ummagumma ile Pink Floyd’la geziniyordu, çocuk yaştaki hayallerimiz.
Money, Black Dog, Black Night, “bas”
Lunapark’a gitmek isteyen, ama dedesinin ısrarıyla Hayvanat Bahçesi’ne giden çocuğun hikayesini...
Hikayeyi, önce çocuğun gözünden anlattım.
Çünkü biz ebeveynlerin destanları, best sellerları, tüm hikayeleri bir dönem çocuklarımızdan geçer.
* * *
“Benimki üç yaşında okumayı söktü şekerim” der birimiz.
Art niyetsiz bir merakla sorarsın:
“Kaç yaşında konuşmuştu?”
Az kızarır, çocuğun annesi:
Ana kucağından uzağa gitmek, evdeki egemenliğini yitirmek istemiyordur torunu malum.
“Lunapark’a mı götüreyim seni, Hayvanat Bahçesi’ne mi?” diye sorar.
Torunu önce, “Evdeki saltanatının son evresinde ne koparsam kâr” gözleriyle bakar ona...
Sonra, henüz okuma-yazma bilmeyen, dünya yüküne -iyi ki- ortak olmayan gözleri ışıldar:
“Lunapark’a!..”
* * *
Oysa dedenin gönlü Hayvanat Bahçesi’ndedir.
Belki 60 yıl önce, misal
Ben sonbaharın gelip geçtiğini soğuyan havayla değil, restoranların bahçesindeki masalar içeri alındığında anlarım...
Gerçi o da değişti bir kaç yıldır.
Sigara yasağı nedeniyle, bahçeler hâlâ yaşıyor. Eğer "yaşamak denirse...
Mantar ısıtıcılarla, yahut daha organize açılır-kapanır tavanlı, katlanır-kaldırılır cam-çerçevesiyle...
Ve herkes, her yıl yeniden öğreniyor sanki:
“Yasaklar, kendini yeniden üreten çözümlere de kapı aralar... İyi ki, aralar.”
* * *
Herkese, her mevsim
Çok yıl geçti üzeriden, hafızayı tazelemekte yarar var.
Yüksek Öğretim Kurulu, 6 Kasım 1981’de kuruldu.
Darbenin “okumuş çocuğu”, has ürünüydü YÖK.
Önce YÖK 70 akademisyeni aldı görevden. Ardından 1983 yılında Sıkıyönetim Komutanlığı’nın “1402 operasyonu” ile 150’den fazla profesör, doçent, asistan atıldı üniversitelerden.
Sarı zarfa koyulmuş tek satırlık yazıyla:
“1402 sayılı Sıkıyönetim Kanunu gereğince görevinize son verilmiştir.”
Daha fazlası da istifaya zorlandı, yıllar boyu kadro alamadı.
* * *
Lakin önceki yazımda değindiğim, ilkokuldaki 32 kıta tekmili birden ezber yarışmalarını kast etmiyorum elbette.
Şirinin sesli okunması, kendine has melodisi, müzikal “es”leri, ritmi, içindeki kelimeleri gezer/gezdirirken vurgusu nedeniyle ayrı bir lezzettir.
Şair, yazdığını bazen daha bir anlatır kendi sesiyle okurken. (Şiirini güzel okuyamayan şairler dahil)
Şiirsever ise, daha iyi anlar sanki, dinler, hisseder sesli okunan şiiri...
* * *
Bir şairin şiirini sesli okuyan, ödünç alır, emanetine alır nabzını tutan o sözleri...
Onu haykırmak, yahut fısıldamak onu mutlu eder. Bütünleşir, şairin dizeleriyle.
Çünkü o güzelim
Keyifle okuyup, iştahla öğrenmeye çalıştığım üniversite, master kısmı hariç, bu önerme benim için de -beş aşağı/beş yukarı- geçerli.
İlk-orta-lise sıralarının sadece dirsek çürütmediği aşikâr.
Oralarda çürüyen çok şey olduğunu, o çocuksu, o çok kıymetli hevesin bazen o sıralarda açmadan kuruduğunu-solduğunu düşünürüm.
* * *
O paslı, küflü müfredat, gencecik, idealist öğretmenlerin de elini tutar/bağlar.
Dışına çıksa bir ihbara bakar, içinde kalsa –varsa- birikimi rafa kalkar.
Müfredat en esaslı tahribatlarından birisini de şiire yapar.
İlkokulda