Paylaş
Gazoz niyetine karbonatlı-şekerli-limonlu ev gazozu, hamburger niyetine irice yassılaştırılmış, harcına ketçap katılmış anne köftesi, sinema niyetine TV, bira niyetine alkolsüz bira reklamlarıyla geçti ömürler de...
Belki niyeti ondan bozduk.
* * *
Şimdi de niyetim, “meşrubat”ın az biraz politikasına girmek.
Bizim mahallenin çocukları arasında sınıf farkının meşrubattan geçtiğini söyleyerek açayım mevzuyu.
Mahallede sınıf farkı... Harçlığını denkleştirip kapağı markasız, şişesi etiketsiz sade gazoz içenle, o gazozun içine beyaz leblebi atabilenler ve onun iki buçuk-üç katı fiyatıyla -iki fırtta biten- Meysu’nun meyvesuyunu kafasına dikenler arasındaki farktı.
Buyrun, -proletarya/küçük-büyük burjuvazi okyanusuna dalmadan- alt sınıf, orta direk, üst sınıf...
Gazoz-Meysu saptamasını, ta o zamanlar (ODTÜ’nün kola boykotundan bile önce) gündeme getiren kadim arkadaşım Sedat İnce’dir, kulakları çınlasın.
Önce Meysu’ya sonra ortak bütçemize bakıp az iç geçirmemiş, az söylenmemiştir:
“Yahu peşpeşe iki şişe içiyor adam...”
* * *
Ama hasetlik yoktu asla.
Mahalle arkadaşlığı, parayla satın alınamayan dehlizlerde dolaşırdı.
Zaten biraz büyüyünce hepimiz aynı “sirke” kadehinde uzlaştık; adı beyaz kendi sarı Çubuk Şarabı’nda...
Sınıfsız-zümresiz-kaynaşmış mahalle çocuklarını, o en ucuz şarabın baş döndüren ve ardından baş/ense/mide ağrıtan-bulandıran garabetinde yeniden yakalamıştık.
Mahallede yüzyüze yaşanılan, sonra da -teen teen- anında aşılan sınıf farkı da, herhal o kadardı zaten... Anlık sarhoşluktu, en babası.
Lâkin ülkenin hali öyle değildi. (Orta direk ve ortanın solu meseleleri bence benzer balanstan, “bilmece bildirmece, dil üstünde kaydırmaca”dan gelir)
Sonradan baktık; hayret, gelecek de öyle değilmiş.
* * *
Bunları anlamak için eğitim şarttı da... Okulda öğretmiyorlardı nedense.
Çocukken Edebiyat-Fen şubesi ayrımı gibi bişiydi galiba, mahalledeki sınıf farkı… Öyle gelirdi bize.
O dönem ne müstakbel mühendisler, doktorlar istedi de Fen’i, ne şair, ne yazarlar, ne filozoflar meyletti de Edebiyat Şubesi’ne, sonra ortasına-lisesine uluorta küfretti.
Deneme-yanılma meselesiydi sonuçta. (Bu minvalde bizim okuduğumuz Bahçelievler Cumhuriyet Lisesi ile Bahçelievler Deneme Lisesi arasındaki farka değinmemek olmaz. Orası mahallenin Robert'iydi zannımca)
* * *
Yine bir tuhaftı müfredat, dersler, sınavlar filan. Sıkıcıydı yine, havasızdı; teneffüsler hariç...
Özgürlüğün kıymetini, daha 1. sınıfta -o aralarda- öğrendik. Özgürlüğü - o aralarda- teneffüs ettik.
Müfredat, kuşaktan kuşağa aynı haliyle muhafaza edilmesi gereken bir emanetti sanki.
Babamla aynı sırada otursaydım, herhal az şey değişik gelirdi bana. Olsa olsa matematiğe cebir derdim, geometriye hendese...
O güzelim edebiyata bile “divan”dan öte tırmanamadık, mefulü mefailü mefailü feilünden farklı bir tempo yakalayamadık. Üstelik şiire en ihtiyacımız olan zamanlardı...
Kendi hesabıma, bana o koca ilk-orta-lise sürecinde öğretilen ve yaptığım en önemli, en kıymetli “tek deney” pamukta fasulye yetiştirmekti... Başarmıştık zevkle, dokunmuştuk öğretilene.
Öğretilen bir şeyin, bir şeyleri büyüttüğünü, bir şeylere yeniden can verdiğini görmüştük.
Öyle öğrendi öğrenenler; “canlı” herşeyi pamuklara sarmayı, “yeşil”e özen göstermeyi.
Gerisini, fasulyeden okuduk.
* * *
Bazen içimden, pamukta fasulye yetiştirmek dışında öğrencilerin yaptığı ve öğrencilerin (formalı kobaylar) üzerinde yapılan deneyler de dahil tüm müfredatın -külliyen- yok edilmesi geçer.
Ve pamuklara sarılarak, yeniden üretilmesi...
Eh, insan dediğin de deneye-yanıla... Eğitim dediğin de.
Tabi yanılınca ders çıkarmak kaydıyla...
Paylaş