Şapkası hafif yana kaymış, elleri paltosunun cebinde ağır ağır yürüyen yazarın önüne deli gibi fırlar adam: “Dostumu öldürdüm abi, sakla beni...” “Neden öldürdün, Hidayet?” “Seviyordum be abi...” “Nasıl seviyordun, Hidayet?” “Deli gibi be abi...” Adam paltosunun cebini gösterir Hidayet’e. Dostu Pakize’yi öldüren Hidayet de simit susamı kokan paltonun cebine saklanır. * * * Sait Faik’in en sevdiğim öykülerinden birisinde geçen bu bölüm, artık bana “sevgi terörü”nü, töre, kıskançlık, tutku cinayetlerini anlatıyor. Ve artık o kara gözlü Hidayet’i cebimde saklayamıyorum. * * * Bir insanın ömrünü noktalayan, canını alan, bedelini de kendi ömrünü cezaevinde tüketerek geçirenler, acaba o yoğun pişmanlığı ne zaman tüm bedeninde hissediyor? Tam o an mı? Yoksa demir parmaklıkların ardında yalnız, kendiyle baş başa kaldığında mı... Ya saçma sapan bir nedenle, anlık bir öfke, cehalet, külhanlıkla katil olmuşsa? Hiç bir cinayet “haklı” değildir de, ya “hiç” yüzündense... * * * Yazımın yanında göreceksiniz haberi. Ulus-Etimesgut dolmuşu... Birisi, genç bir kıza yer veriyor. Diğerinin, “Vay sen yerini yaşlı kadına değil de neden genç kıza verdin” diklenişiyle çıkıyor maraza. Üç kişi anında iniyor dolmuştan. Çıkan kavgada iki arkadaştan birisi bıçaklıyor, Semih Zorlu’yu. Kalbinden... Ve ölüyor 34 yaşındaki adam. * * * Belki öldüren şimdi bin pişman. Ama o geç pişmanlık ne o genç adamı kurtarabilir, ne de kendini. “Nezaket, örf-adet cinayeti” mi demeli şimdi buna!