“MUSLUKLARDAN akan evcil şehir suyundan, düğme çevrilince ampullerden yayılan ışıktan, dayanaklarla desteklenmiş melez ağaçlardan başka şey bilmezler.
Her şeyin bir mekanizmaya uyarak ortaya çıktığını günde yüz kere görürler: boşlukta bütün nesneler aynı hızla düşer, park yazın her gün saat altıda, kışın da dörtte kapanır, son tramvay on biri beş geçe kalkar. Durgun, biraz asık suratlıdırlar. Yarını yani bugünün bir tekrarını düşünürler; şehirlerde her sabah yeniden ortaya çıkan tek bir gün vardır... ağır ve ılık bir hayat, anlamsız bir hayat. Ama bunun farkına varmayacaklar.” Jean Paul Sartre’ın Bulantı romanındaki “kent hayatı” ne kadar akraba duruyor bize değil mi? “Her sabah yeniden ortaya çıkan tek bir gün”ü yaşayan durgun, asık suratlı insanlarıyla ağır, ılık akan bir hayat. Ve çoğu kez sadece temel gereksinmeleriyle ilgili şeylerin farkındalar. Musluktan akan suyun, düğmeye basınca yanan lambanın, yanına koltuk değneği yaslanmış, cılız-ithal ağaçların, açılış-kapanış saatlerinin... Biteviye aynı “iş”lerle, hep aynı günü yaşayan insanlar. * * * Kızılay’daydım geçenlerde. Sartre’ın romanından satırların, resmi geçidi vardı önümde... Metro geçişinde, yaya geçidinde, duraklarda, durgun, asık suratlı, yorgun, ağır siluetler. O bunaltıyla Sakarya’ya daldım. Zayıf, hüzünbaz bir genç, hafiften hızlanan yağmurun altında oturmuş, flütünü üflüyordu. El Condor Pasa’yı: “Ey And’ların muhteşem Kondor’u /Beni evime götür, And’lara Ya Kondor, (kentimi) geri istiyorum /Ana meydanda bekle beni...” Durdum, dinledim, ıslandık birlikte, gülümsedim. Başka bir gün oldu birden, o “sıradan an”ım. Islıkla devam ettim ezgiye, yürüdüm. Bir kaç masasını sonyaz konukları için dışarıda bırakan, meyhaneye doğru...