Paylaş
Sezer ya da anlarız da biraz, eksik kalır birşeyler...
İşte tam bu noktada şiir girer devreye:
Sözün, anlatımın, algının tıkandığı yerde, gönül açar.
Gönül gözünü de açar, gözü de...
Bir şarap kadehinin dibindeki tortu, kayanın arasından sarı kafasını kaldıran bir papatya, elindeki kitabı koklayan bir kadın yahut seksek adımlarıyla düğün arabasının peşinden koşan isli bir sokak çocuğu -aniden- takılır gözümüze, gönlümüze.
Ve öylesi an’larda Bedri Rahmi gibi şiiri ayak sesinden tanıyamasam da, ayak sesini ararım her sokakta.
Duyduğumu da sanırım bazen, tıpırtısını.
* * *
Hani olursa bir de, su sesi isterim.
Dereler mazide kaldıysa; damda gezinen bir yağmur, olmadı bir süs havuzu, bir fıskiye...
Çünkü su, hatıralarımı örten o ince pası siler/yıkar götürür.
Geçmişten kareler netleşir, gönlüm yeniden ayarlanır menziline...
İçimdeki Kül Sokağı yıkanır.
Bastığı çimen durulanır, nemlenir, kokulanır; arka bahçedeki tek ayağı kısa tahta masanın.
Sonra su rakıyı, rakı gözleri buğular.
Ki, “Gözlerde yaş yoksa, ruh gökkuşağına sahip olamaz”dır ya zaten...
* * *
Pablo Neruda, “Şiiri yöneten tek bir şair yoktur” der.
Doğru şiir yönetilemez, ama bazen insanı, okuyanı yönetir.
Alev denizinde, kağıttan bir kayığı yönetir gibi...
O nedenle, hemen bütün insanlar hayatının bir “an”ında bir dizeye, bir şiire yakalanır. Hiç sevmese de şiiri...
Zaten o nedenle Behçet Necatigil, “Gizli şiir sayısı, gizli işsiz sayısından aşağı değildir” der.
Tüm gizli şiirlerinizle birlikte, 21 Mart Dünya Şiir Günü’nüz kutlu olsun.
Paylaş